Türkiye’deki kadın kurtuluş mücadelesinin ve kadın hareketinin ülkedeki gelişim ve değişime paralel çok çeşitli evrelerden geçtiğini söyleyebiliriz. Bugün örgütlü yekpare bir duruşa sahip olmasa da, belli boyutlarıyla geniş kadın kitlelerinde, kadının var olan ezilmişliğine karşı tepki, cins kimliğine sahip çıkma, sesini yükseltme bilincinin de her geçen gün daha da yükseldiğini görüyoruz. Sorun bu sınırlı, gevşek ve kısmen kendiliğinden yükselen bilincin sistemli örgütlülüğe dönüştürülmesi, milyonları saran bir kadın hareketinin ve kadın mücadelesinin henüz yaratılamamış olmasıdır.
Bilindiği üzere kadının uyanışı bu topraklarda çok daha gecikmeli yaşanmaya başladı. Kapitalist –emperyalist ülkelerdeki gibi sanayi devrimiyle başlayan bir süreçten geçerek ilerlemedi. Küçük üretime dayalı, kapalı toplum yapısı ve üretim ilişkilerinin hakim olduğu, emperyalizme bağımlı, yarı sömürge, yarı feodal iktisadi yapıdaki bu topraklarda, evin dört duvarı arasına zincirli kadının uyanışı da, bu ilişkilerin çözülmeye başlamasına paralel gerçekleşirken, kadın mücadelesi de zayıf ve cılız bir gelişim seyri izlemiştir.
Kadın kurtuluş mücadelesinin geç doğuşunda ve cılız gelişiminde, kağıt üzerinde kalan ve göstermelik olan “kadına geniş haklar tanındı” propagandalarının aksine, faşist kemalist diktatörlük tarafından hak alma ve örgütlenme mücadelelerinin bastırılmasının payı da büyüktür. Tıpkı Mustafa Suphi’lerin katledilmesi sonrası Türkiye Devrimci Hareketi’nin üzerine faşist diktatörlük tarafından 50 yıl sürecek reformizmin, revizyonizmin ölü toprağının serpilmesi gibi.
Ancak toplumsal dinamikler, sınıf mücadelesinin değişim ve gelişim yasaları nasıl ki ölü toprağın atılmasının koşullarını yarattıysa kadın kurtuluş mücadelesinin ve kadın hareketinin de gelişim dinamiklerini yarattı. Özellikle 1950’lerden itibaren yoğunlaşan sosyal yıkım, emperyalizmin kırsal bölgelere dönük devreye soktuğu Marşhall projesiyle başlayan şehirlere doğru göç, şehirlerin çevre çeperinde büyüyen kondulaşma, cılızda olsa gelişen işçi sınıfı hareketlilikleri ve öğrenci eylemleri vb. sadece TDH’nin doğuşunun ön koşullarını yaratmadı. Aynı zamanda kadınların da evin dışına çıkışının, fabrika, atölye, ev temizliği vb. gibi toplumsal üretime ve toplumsal yaşama daha fazla katılmalarıyla başlayan hak arama ve eşitlik mücadelesinin de ön koşullarını yarattı.
Emperyalizmin yetmişli yılların ortalarından itibaren devreye soktuğu neo liberal politikalarla birlikte tüm bağımlı yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde olduğu gibi; Türkiye’de de uygulamaya başladığı 80’lerden itibaren toplumsal yıkım ve saldırılar daha da hızlandı. 90’lar ve 2000’li yıllar bu saldırıların zirveye çıktığı yıllar oldu. Bir tarafta büyük bir nüfusun kendisini kaldıramayan kentlere akması, şehirlerin çevre çeperi büyürken beraberinde büyüyen açlık, yoksulluk, işsizlikle birlikte kısmen de olsa kadının emek cephesindeki yeri de büyüyordu. Dayatılan esnek, güvencesiz, enformel, yarı zamanlı ve taşeron çalışma koşullarının da en büyük mağduru kadınlar oluyordu.
Sadece emek cephesinde değil cins olarak ta yaşadığı baskı, sömürü aile içinde- dışında, kamusal vb. her alanda fiziki, psikolojik, kültürel vb. şiddet, taciz, tecavüz ve kadın kırımları azalmak bir yana daha da arttı. Yaşamın her alanında cinsiyetçi saldırı ve uygulamalarla kadın kimliksizleştirilip, değersizleştirilmeye, yok sayılmaya çalışılırken toplumdaki yeri de aileyle “ iyi bir eş-anne” olmakla sınırlandırılmaya çalışıldı erkek egemen sistem tarafından.
Ezilen ulus ve milliyetlerden kadınlar, tüm bu saldırılara ek olarak kışkırtılan ezen ulus milliyetçiliğinin, şovenizminin ve her türden faşizmin zulmü altında dili, kimliği, kültürü, yasaklandı, yok sayıldı, işkence zindan ve katliamlarla “ıslah” edilmek istendi. Farklı cinsel kimliğe sahip LGBTİ’lerin kimlikleri inkar edilirken baskı, aşağılama, heteroseksüel dayatmaların altında linç ve imha saldırılarıyla katledildiler, yaşamları dar edildi.
Kısaca ezilen cinse yönelik sömürü, baskı, işkence, şiddet vb. saldırılar genel olarak bireysel ve kurumsal “erk” tarafından şiddetlenerek devam etti. Ancak tüm bu saldırılar genel bir uyanışı, bir farkındalığı da getirdi. Kadının yaşadığı ikincil konumun, eşitsizliğin, ezilmişliğin, taciz, tecavüz ve şiddetin görünürlüğünün artmasını da sağladı. Feminist, devrimci, demokrat kadın örgütlerinin, örgütsüz kadın kitlelerinin ses vermesini, sokağa çıkmasını da getirdi. Yeni yeni kadın örgütlülüğünün oluşmasını, kadın hakları ve talepleri çerçevesinde kampanyaların örülmesini, kadın kitap ve yayınlarının çıkarılmasını kadın dayanışma platformlarının oluşturulmasını vb. getirdi.
Kadın Kurtuluş Mücadelesinin Hapishanelere Yansıması
Şu bir gerçek ki genel olarak toplumsal muhalefetin arttığı devrimci dinamiklerin canlanarak mücadelenin, sınıf mücadelesinin ivme kazandığı süreçlerde kadın mücadelesi de yükselmektedir. Tıpkı gezi sürecinde olduğu gibi.
Yine Türkiye’de kadın kurtuluş mücadelesinin gelişmesinde etkili olan en önemli dinamiklerden birisi de Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yükselmesi ve Kürt kadın hareketinin gelişimidir. Keza ülkedeki toplumsal dinamiklerin birbirini etkilememesi beklenemez. Tıpkı hapishanelerin dışarıdan, dışarının da hapishanelerden bağımsız olmaması gibi. Bu anlamıyla dışarıdaki gelişen kadın kurtuluş mücadelesiyle hapishanelerdeki direniş ve kadın mücadelesinin diyalektik bir bağı vardır. Dışarıdaki kadın mücadelesi içerideki mücadeleye kattığı gibi içerideki mücadelede dışarıdaki mücadeleye katkı sunmaktadır.
Bilindiği üzere ülkedeki politik tutsaklar toplumun en ileri, aydınlanmış unsurlarındandırlar. Zira ülkedeki eşitsizliği, adaletsizliği, baskı ve sömürüyü sadece sorgulamakla kalmayıp onu değiştirme ve dönüştürme cüretini kuşanıp, pratiğine girdikleri için tutsaktırlar. Sınıf mücadelesinin ya da ulusal mücadelenin içinden geçerken tutsak düşmüş durumdalar. Yani dışarıdaki toplumsal gelişim ve hareketin dışından değil bizzat içinden gelmektedir. Kadın tutsaklar ise sadece bu mücadelenin değil, kadın kurtuluş mücadelesinin de bir parçasıdır. Tam da bu iç içe geçmişlikten dolayı dışarıdaki kadın kurtuluş mücadelesinin gelişim ve durağanlık seyri içeriyi de etkilemektedir. Kadın hareketinde yaratılan mücadeleyle oluşan cins bilinci kadın tutsaklarda da cins farkındalığı yaratmaktadır. Bu sayede hapishanelerdeki gelişmelerden, sorunlardan tutalım da ülkedeki gelişme ve sorunlara kadar yakalanan cins bilinciyle bakabilmektedirler. Herkes kendi ideolojik ve sınıfsal duruşuna paralel cins bilinciyle devrimci bilinci, cins bilinciyle sınıf bilincini birleştirerek, bu perspektifle politikalar üretmekte. Kuşkusuz üretilen her politika dışarıdaki kadın kurtuluş mücadelesine de katkı demektir. İçerisi dışarıdan beslendiği oranda dışarıya katmakta duvarları parçalayıp dışarısıyla bütünleşmektedir. Yine bu diyalektik bütünlük içeri giren ve içeriden çıkan kadınlarla da sürmektedir.
Özellikle politik tutsaklar, tüm toplumsal hareketlerden beslendiği, onlara katıp bütünleşmeye çalıştığı gibi, kadın hareketinden ve kadın mücadelesinden de beslenmekte, bütünleşmek için çaba sarf etmektedir. Teori ve politika boyutuyla bunu sağlamak daha kolay ya da bunun gerekliliğini savunmak. Ancak pratiğe gelince dar grupçu yaklaşımları aşmak hiç te kolay olmamakta. Teorinin aksine “ benim olsun, az olsun”, “benimse elimi uzatırım, dayanışırım” anlayışı öne geçmekte. Bunda yekpare bir kadın hareketi ve kadın mücadelesinin olmadığı, kadın hareketinin de bir ayağını proleter çizgi oluştururken diğer ayağını da küçük ve orta burjuva anlayış ve çizginin oluşturduğu gerçeğini de es geçmemek lazım. Zira kadın kurtuluş mücadelesinin bileşenleri görüldüğü gibi çok çeşitli yelpazeye sahip. İdeolojik ve sınıfsal bakışları ve konumlanışları sergilenen tutumlara da yansımakta. Genel olarak öncülük rolüne soyunan, kadın kitlelerini örgütlemek için yola çıkan bu örgütlülükleri çeşitli akım ve anlayışlardan feministlerin, LGBTİ’lerin, devrimci, demokrat, yurtsever çevrelerden bir dizi kadın örgütlülüklerinin, reformistlerin, çevrecilerin, farklı inanç gruplarının vs. kadın kollarının bu çerçevede oluşturulan platformlar, girişimler vb. ile kendi içindeki renkleri ve farklılıklarıyla kadın grup, çevre ve örgütlülüklerin olduğunu söyleyebiliriz. Bunların da genel gündemler çerçevesinde zaman zaman ortaklaşsalar da her birinin kendi gündemlerinde darlaştığını görebiliyoruz.
Hapishanelerdeki kadın tutsaklarla dayanışma onları sahiplenme konusunda ise sınıfta kaldıkları bir gerçek. En çok kadın dayanışmasından “kız kardeşlik” ten, ortak kadın mücadelesini geliştirmekten bahsedenlerin dışarıda kadına yönelik şiddete, taciz ve tecavüzlere karşı mücadele yürüten kadın örgütlülüklerinin hapishanelerin sesini duymamakta, hapishanelerdeki kadınların yaşadığı taciz saldırılarına, uğradıkları şiddete duyarsız kalmaktalar. Örneğin 2016-2017 Silivri 9’nolu hapishanesinde devrimci kadın tutsaklar aylarca erkek gardiyanların tacizine, psikolojik ve fiziki saldırılarına maruz kaldı. Yine beş-altı aydır Gebze’de devrimci kadın tutsaklar, içerisinde taciz ve şiddetin de bulunduğu asker saldırısına uğruyorlar, tedavi hakları gasp ediliyor ama en başta hemcinslerine seslerini duyuramıyorlar.
Sadece hapishanelerdeki kadınlar değil seslerini duyuramayanlar, acı çeken, sömürünün, baskının, işkencenin, şiddetin vb. binbir çeşidine maruz kalan işçi emekçi yoksul kadınlar da duyuramıyor. Aslında vahim olan bu… Sırtını en fazla ezilenlere vermeyen kadın hareketi küçük ve orta burjuvazinin kapısına demirlemekten ileri gidemez. Proleterleşen bir kadın hareketini de asla yaratamaz. Kendi sularında yüzer durur. Bugün ihtiyacımız olan okyanusun derinliklerine kulaç atabilmektir.
Gebze Kadın Hapishanesinden Tutsak Partizan