Ön Açıklama: Partizan Dergisinin Şubat/2021 tarihli 94. sayısında yayınlanan ve Komün Gücü yazarı Şiar Atakan’ın “Kaypakkaya, Hayaller ve Gerçekler” başlıklı 6 Haziran 2020 tarihli yazısına yanıt ve polemik niteliği taşıyan “Revizyonizmin İbrahim’le Bitmeyen Sınavı!” başlıklı yazıyı yayınlıyoruz
REVİZYONİZMİN İBRAHİM’LE BİTMEYEN SINAVI!
Bilime Karşı İnancılık
Görüşlerine katılmayanlar tarafından İbrahim, genel olarak niyetini, kavrayışını gerçekliğin önüne/üstüne koymakla, sübjektif olmakla, aşırı iyimserlikle eleştirilir. Aynı çizginin sürdürücüleri olarak anlamak ama daha çok da İbrahim’i kavramak için bu eleştirileri okumaya çalışırız. Bu eleştirilerin her birindeki tutarsızlıklar, çarpıtmalar, genel düşünüldüğünde, olağandır; sonuçta her eleştiri kaynaklandığı ideolojiden, dolayısıyla dayandığı sınıfın karakterinden beslenir. MLM’ye yabancılık da ona düşmanlık gibi bir sınıf tavrıdır. İbrahim’in görüşleri de bunların sübjektivizminin turnusolü olmaktadır. Zira İbrahim’e dair bu türden her değerlendirme parçada doğru görünen şeyler içerse de bütünde toplumsal ilişkilerin (siyasi-ekonomik vs.) olabildiğince yüzeysel ve dolayısıyla yanlış tahliliyle maluldür. Bunların gerçeklik karşısındaki tutarsızlıkları, açmazları daha ilk adımlarda baş göstermekte ve ilerledikçe büyümektedir. Somut koşullar konu edilmeden yapılan dönem “tahlil”leri, yerinde ve doğru alıntılara dayanmayan yorumlar ve dayanaksız çıkarımlarla dolu değerlendirmeler bunların ortak özellikleri olarak öne çıkar. Buna rağmen, yani üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin siyasal taraflarının durumlarının en kaba tahliline dayanan bu eleştiriler objektif koşulların en doğru biçimde kavrandığı yargısıyla yazılmışlardır. İbrahim ise bu yazılarda genç, idealist, aşırı iyimser ve maceracı özellikleriyle o günün koşullarında geçerli sayılabilecek bazı önemli tespitler yapmış, hiç kimsenin söylemediği şeyleri söyleme cüretinde bulunmuş; ama artık koşulların değişmiş olduğu bugünkü dünyada görüşleri de neredeyse tamamıyla geçerliliğini yitirmiş bir devrimci-komünist önderdir! O yüzden onun görüşlerini bugünü açıklamak için referans almak geçmişe takılıp kalmak olarak değerlendirilir ki “geçmişe takılmak en çok onun arayışına, yöntemine aykırıdır” denerek pekiştirilir, övgüyle karışık “maziye gömme” tutumu! “Maziye gömülen” genç İbrahim’i bugünün dünyasında “kendileri” olarak dile getirirler hemen sonra: Eğer o yaşıyor olsaydı bunu yapanların gözünün yaşına bakmazdı! Hatta daha ileri gidilerek İbrahim’in görüşlerini nasıl değiştireceğine dair de iddialı cümleler kurmaktan geri durmazlar, İbrahim’i kendisinden bile daha iyi savunduğunu sanan bu tür eleştirilerin sahipleri! İbrahim’in düşüncelerini değiştireceğini de onun bilimsel, gerçeklere gözünü kapatmayan cüretkâr tarzına dayandırmayı ihmal etmezler!
Bu yorumlar İbrahim’i, onun görüşlerini kavramayanların, MLM’den yoksun olanların o yokken ona kendi isteklerini “yaptırmak” fantezisinden başka bir şey değil! İbrahim bütün teorisini, görüşlerini tam da böyle fikirlerle mücadele içerisinde geliştirmiştir. O, bu tür eleştiri sahiplerinin savundukları benzer revizyonist, reformist görüşlerle çarpışa çarpışa ilerlemiştir.
İbrahim’in farklı biçimlerde savunulmasını yadırgamıyoruz. Çünkü o halka mâl olmuş biridir. Dolayısıyla kimisinin onun cüretini, direnişini, kimisinin yöntemini, çalışkanlığını, zekâsını, kimisinin ulusal sorunla ilgili görüşlerini veya devlet-faşizm tahlilini kimisinin de onun “Marksizm dışında bir Marksizm”i temsil ettiğini savunması; yani parçalı, eklektik, yüzeysel ve esasen de yanlış kavraması olağan dışı değildir. Fakat MLM çizgiyi, ideolojiyi savunmak böyle olmaz; dolayısıyla İbrahim de böyle savunulamaz. Bu türden savunuların her biri İbrahim’in düşüncesinin gerçekleşmesine, kitlelerle birleşip maddi bir güce dönüşmesine karşı saldırı niteliğindedir. Bu nedenle kesinlikle masum değildir!
İbrahim’in devrimci/komünist özelliklerinin, tavrının sahiplenilmesi, savunulması yadırgadığımız, karşı çıktığımız bir şey değildir. Bizim itirazımız onun çizgisini, ideolojisini ona rağmen temsil iddialarınadır. Bugüne kadar hiç kimseyi bu gibi yazılar nedeniyle siyasi suçlar mahkemesinde yargılamış ve cezalandırmış değiliz! Söz konusu iddiaları aksi iddiamızla olumsuzladık, mahkûm ettik her seferinde. Tartışmaların bazen üslup bakımından “sert” olmasını sorun eden varsa eğer bunun, tartışmanın amacı bakımından önemsiz olduğunu bilmeleri gerekir… İddia edilenin aksine biz kimseyi bu tür iddialardan yoksun kılacak bir “yetki”ye sahip olduğumuzu düşünmüyoruz. Bunu dile getirenler birilerinin iznine tabi olmadıklarından kesinlikle emindirler. Dolayısıyla eleştirileri kendilerini bu iddiadan men etmek olarak etiketlemeleri mağdur edebiyatından başka bir şey değildir.
İbrahim’e yönelik bu içerikteki değerlendirmelerden birini yakın zamanda Şiar ATAKAN imzalı olarak okuduk. Ş. ATAKAN da İbrahim’i onun “ardılları”na karşı “savunma”ya girişmiş; ama bunun için komünist çizgiyi kavramak, bilmek, tartışmak gerektiğini anlamamış olduğundan “savunusu” İbrahim’in çizgisini saldırıya dönüşmüş durumda. Bu saldırı neredeyse hiçbir konuda bize “tartışma”, “inceleme” için bir malzeme sunmuyor; bizi sadece mirasın sorumluluğunu omuzlamaya çağırıyor…
Komünistin Mirası Devrimci Sorumluluktur
İbrahim üzerine her tartışmayı komünist çizginin tartışılması niteliğinde gördüğümüz, bu nedenle muhatap olduğumuz açıktır. Bu nedenle bu tartışmaları, komünist çizgiyi sahiplenmedeki her iddiayı tutarlılık bakımından ele alır, aslına sadık olup olmadığını değerlendiririz. Komünist çizgiyi kendimizde somutlaştırıyor olmamız bunu gerektirir. Aksi her tavrı, çizgimizin olumsuzlanmasını eleştirmediğimiz için kendi kendimizi olumsuzlama olarak görürüz!
Herhangi bir konuda kimliği/kişiliği baz almadan tamamen fikrin kendisini eleştiri konusu yapmak bizim temel anlayışımızdır. Kişiyi değil fikri tartışırız, kişi ancak fikriyle gündem olabilir. Her durumda, olayda fikre ve onun kaynağına yöneliriz. Bunu kendi anlayışımızı somutlaştırmamızın, geliştirmemizin bir aracı yaparız, devrimci fikirlerin bilinmesinin ve yayılmasının yöntemi budur çünkü.
“Kaypakkaya ve önderlik edip kurduğu örgütü, kendi malı mülkü ya da dede veya babalarından kendilerine kalan bir miras gibi yaklaşım içerisinde olmuşlardır.” (Ş. ATAKAN, 6/6/2020)
Bu apolitik söylemler farklı yazılarda farklı biçimde dile getirilmiş/getirilmektedir.
Bu eleştiriyi yapanların eleştirilen tutumdan mustarip olduklarını görmemeleri ironiktir! Çünkü İbocu olmak, İbrahim’in çizgisini sahiplenmek ya da onun herhangi bir düşüncesini; tavrını, tutumunu kendininmiş gibi kavramak ve sürdürmek çok açıktır ki “kendi malı mülkü görme”yi veya dededen, babadan olmasa da “bir miras gibi” ele almayı içerir. Kendinizi İbocu olarak addediyorsanız bu zaten onu “kendi malınız” olarak gördüğünüzü gösterir. İbocuyum, İbo’nun ardılıyız, İbo’yu biz temsil ediyoruz demek kendinde onun mülkiyetini görmeyi barındırır. Eğer bunu olumsuzlarsanız “İbocuyuz”, “İbo’yu biz temsil ediyoruz” demenizin anlamı kalmaz ve onu “herkes”in ortak değeri olarak, herkeste eşit şekilde temsil edilen bir değer olarak görmek yanlışına düşersiniz. Böylece “İbocu” olduklarını, onun çizgisini temsil ettiklerini söyleyenlerin “onun kurduğu örgütü kendi malı gibi görmeleri”nin, “onu miras kabul etmeleri”nin doğal bir durum olduğunu da “bir türlü” anlayamazsınız! Doğal savunma mekanizmasından kaynaklanan bir duruşa karşı geliştirilen bu “eleştiri”nin aslında İbrahim’i “herkesin İbrahim”i olarak kendi çizgisine, dar dünya görüşüne, oportünizmine mâl etme, onun devrimci mirasını pazara düşmüş piyasa malı gibi yağmalama isteği olduğu ortadadır. Karşı çıkılacaksa eğer tam da bu yaklaşım hedefe konmalıdır ve dolayısıyla bu tarzı kendinde somutlaştırıp, İbocu çizginin devamcılarına bu şekilde saldıranlar elini İbrahim’in devrimci mirasından çekmelidirler. Kendilerini İboculuktan soyutlamalılar, hatta tutarlılık bakımından komünistliği sadece kendilerinden hareketle açıklamamalıdırlar. Kısaca bu gibi bütün iddialarından vazgeçmelidirler. Biz komünist olmadığınızı zaten biliyoruz ama “özel mülkiyetçilik” eleştirinize sadık olduğunuzu göstermek istiyorsanız komünistlik vb. konularda hiç kimseden farklı ayrıcalıklara sahip olmadığınızı, bu değerlerin herkesin evrensel değerleri olduğunu savunmalısınız.
İbrahim’in şafak revizyonistleri ile polemiklerinde eleştiri konusu yaptığı şeylerden biri de revizyonistlerin MLM’yi “bütün insanlığın ortak malı” ilan etmesidir. İbrahim bu görüşü şöyle eleştirir: “Revizyonist hainler, dünya işçi sınıfının malı olan Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesini, sınıflar karşısında tarafsız olan ve hangi sınıfın elinde ise o sınıfa hizmet veren üretim araçlarına, matbaa makinasına benzetmektedirler.” Bundan sonra MLM’nin biri sınıfsal (proleter) biri de pratik (sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney pratiğinden doğup tekrar pratiğe uygulanabilir olması) olmak üzere iki karakteri olduğunu belirtir. Proletarya dışındaki sınıflar en fazla bunu taklit ederler ama gerçekte bu ne onların ne de MLM’nin sınıf karakterini değiştiren bir durumdur. İbrahim MLM’yi bir sınıfın (proletarya) ideolojisi, dolayısıyla mülkiyeti olarak tanımlamaktadır. Şimdi İbrahim’i bundan dolayı mülkiyetçilikle suçlamak Ş. ATAKAN için tutarlı bir tutum olacaktır… MLM’yi proletaryanın mülkiyeti gören İbrahim’in kendisi de MLM’ye aittir yani MLM’ye dahildir, onun dışında tanımlanamaz, düşünülemez. Dolayısıyla İbrahim’i savunmak, onun mirasçısı olmak proleter dünya görüşü-ideolojisi MLM’yi savunmaktır. MLM’yi reddeden İbrahim’i de reddetmiş olur.
Ş. ATAKAN “miras” meselesinin mirasyedilerin kavgası olarak kavrayıp mülkiyetçilik olarak olumsuzlarken İbrahim’i TKP’nin mirasçısı olmakla ilgili söylediklerini de hatırlamıyor olmalı. İbrahim M. SUPHİ’den sonra TKP’nin izlediği çizgiyi revizyonist olarak tanımlayıp bu revizyonist mirasın “… bizim aç gözlü miras düşkünü bezirganlara pek yakıştığını…” söyler. Devamla “… Komünizm davasına gerçekten bağlı bir hareket böyle bir mirası reddeder. Biz M. SUPHİ yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçısıyız…” diyerek hem “mirasçılık” yapar hem de neyin/kimin mirasçılığını yaptığını ortaya koyar.
İbrahim mirasçılığı sınıfsal temelde ele alır, halkın devrimci mücadelesini, değerlerini gerici sınıflarınkinden ayırarak komünistlerin halkın devrimci mirasını sahiplendiğini ortaya koyar… MLM’nin “bütün insanlığın ortak malı” olmasına da “proletaryanın malı” görüşüyle karşı çıkar. Bu halkın devrimci mirasının en ileri, en üst düzeyde sahiplenilmesini içeren bir karşı çıkıştır…
Velhasıl “mirasçılık” birincisi, halkın devrimci değerlerini/mücadelesini sürdürmekle, ikincisi, bunu da içeren MLM’yi temsil etmekle ilgilidir. Bu konudaki bütün tartışmalar sınıfsal özelliklere sahiptir. Komünist-İbocu olduğunuzu iddia etmeyi kendinizde hak görüyorsanız size aksinin söylenmesine de hazır olmalısınız. Bu ideolojik-siyasi saiklere, belli kriterlere, niteliklere dayalı bir iddiadır, dolayısıyla bunlar temelinde tartışılır.
Benzer her tartışma aynı temel saiklerle yapılmıştır. 2. Enternasyonal sosyalist-komünist niteliğini yitirip sosyal-şoven bir nitelik kazanarak sosyalist-komünist hareketin/çizginin mirasını temsil etmekten uzaklaştığında Lenin bunu bu saiklerle somutlaştırmış ve yeni bir Enternasyonal oluşturmaya yönelmiştir. Kendine komünist demesine rağmen bu iddia ile uzaktan yakından ilişkisi kalmamış partiler nasıl komünist hareketin bir parçası ve mirasçısı olarak görülmemişse mirasçı da iddianın kendisinden hareketle belirlenemez. Bu tamamen sübjektif idealist bir görüş olur. Marks-Lenin-Mao her revizyonist akım ve kişiyi, bunların iddialarının aksine komünist hareketin-proletaryanın mirasçısı olmadıklarını açıklayıp durdular; İbrahim de aynı şeyi yaptı ve biz de aynı şeyi yapıyoruz! Ne MLM’nin “herkesin ortak malı” olduğunun savunulmasını doğru buluruz ne de her iddia edenin MLM’yi temsil ettiğini. Dolayısıyla ne İbo’nun MLM’nin dışında değerlendirilmesini ne de her “İbo”cuyum diyeni öyle kabul ederiz. Bizim için bütünde komünist çizginin-görüşlerin (genel-özel) savunulup savunulmadığı belirleyicidir.
Kişi ve grupların devrimci görüşlerini/duygularını bu anlamda İbrahim’e politik ilgiyi/sempatiyi, onun önder kabul edilmesini önemsiyoruz ve değerli buluyoruz. Ama o kadar! Bunları İbrahim’in temsil ettiği, savunduğu MLM çizgi karşısında güdük ve yanlış duruşlar olarak eleştiriyoruz.
Sonuç olarak “mülkiyetçilik” komünist çizgiyi savunmakla anlamlıdır. Bunun için de MLM’yi savunmak, onun ilkeleriyle hareket etmek gerekir. Ş. ATAKAN ya herkesi komünist kabul etmelidir ya da herkesi değil de sadece kendisini komünist kabul ediyorsa mülkiyetçilik eleştirisinden vazgeçmelidir. Birincisinde revizyonistliğini tesciller ama ikincisi de onu komünist yapmaz!
Farklı Bakışlar Altında Ortodoksluk
Ş. ATAKAN devrimci hareketin içinde bulunduğu durumu, özellikle de kitlelerle ilişkilenememesini sorgulayıp bunun birçok nedeninden bahsediyor, temel olarak da Marksizmin ilkelerini değişen koşullara uyarlayamamak, Marksizmi dogmatik biçimde savunmaktan söz ediyor. Ne kadar farklı değerlendirirsek değerlendirelim gerçeklik kendinden bir şey kaybetmez. Devrimci/komünist hareketin olumlanamayacak bir durumda olduğu inkâr edilemezdir. Bunun nedenlerine dair fikirlerimiz farklı da olsa bu bir gerçekliktir. Nedenler hakkında Ş. ATAKAN’dan çok farklı düşündüğümüzü söyleyebiliriz. Tartışmamızın temelinde de bu fark var ve bunu her alt başlıkta ele aldık.
Ş. ATAKAN devrimci hareketin içinde bulunduğu durumu anlatırken Ortodoksluk eleştirisi yapıyor. “… Belli ki Ortodoks devrimciliği-komünistliği birçok yönüyle iyice kanıksamış ve yaşamsal bir durum haline getirilmiştir…”, “… Lenin’in Ortodoksluk eleştirisini aratmayan, somut nesnel durumlarımız devrimci nitel gelişmemizin önünde ciddi engel olarak devam etmektedir.”
Lenin, Marksizmin özünü, ilkelerini dejenere eden revizyonistlere karşı Marksizmin ilkelerini, özünü savunanları kendisi de dahil Ortodoks Marksistler olarak tanımlar. Revizyonistler “… Gerçekte, diyalektik materyalizmden, yani Marksizmden tam bir ayrılma; lafta ise sadece sonu gelmez kaçamaklar, kurnazlıklar, sorunun özünden kaçma çabası, kendi gerilemelerini maskeleme, genel olarak materyalizmin yerine herhangi bir materyalisti koyma, kısaca Marks ve Engels’in sayısız materyalist tezlerinin doğrudan tahlillerini yapmayı kararlı bir şekilde reddetme…” tavrı içindedirler. “Bir Marksistin çok doğru olarak nitelendirdiği gibi bu gerçek bir ‘diz çökerek isyan’dır. Bu tipik bir felsefi revizyonizmdir, çünkü Marksizmin temel görüşlerinden uzaklaşarak ve terk ettikleri fikirlerle açık sözlülük, dürüstlük, kararlılık ve açıklıkla ‘hesaplaşmada’ yeteneksizlik ve aşırı korkaklık göstererek kötü bir ün kazanan sadece revizyonistlerdir. Ortodoks Marksistler (abç), Marx’ın bazı eskiyen görüşlerini belirtmek durumunda kaldıkları zaman (Mehring’in Marx’ın bazı tarihsel önermelerine karşı çıktığı gibi), bu işi, her zaman o kadar belirlilikle ve o kadar ayrıntılı bir biçimde yaptılar ki, onların çalışmalarında hiçbir zaman en küçük kuşku uyandıracak bir durum bulunamadı.” (Lenin, 1997, s. 102-103)
Lenin’in Ortodoksluğu kendi başına bir olumsuzlama olarak görmediği/düşünmediği bu alıntıdan anlaşılabilir. Revizyonistlerle Marksizm üzerine her tartışmada, karşı karşıya gelmede Lenin, Marksizm savunucularını Ortodoks olarak ifade eder. Bu konuda birçok örnek verebilir, alıntı yapabiliriz ama yaptığımız alıntının meselenin özü için yeterli olacağını düşünüyoruz.
Lenin, Marksizmden tam bir ayrılma içinde olan revizyonistlerin bu işi ne kadar oportünistçe, korkakça ve ikiyüzlüce yaptığını iyi anlatmış. Marksizmin tutarlı/kararlı savunucuları olarak Ortodoks Marksistler somut koşulların somut tahlilini ihmal etmezler. Tutarlı Marksist Ortodoksluk, Lenin’in ifade ettiği gibi buna engel değildir. Ortodoksluk* Marksizmin dogmatik savunusu anlamında olumsuzlanabilir., ama revizyonizme karşı Marksizmin Ortodoks savunusu içinde olmak olumsuzlanamaz.
Dipnot: *Ortodoksluk bir öğretiyi en “saf” haliyle savunmaktır. Bu dini metinleri harfi harfine okuma-yorumlama anlamına gelir. Metinlerin farklı yorumlara kapatılması birer dogma haline getirilmesine yol açar. Marksizm ise somut şartların somut tahlilini içerdiği için Ortodoksluk Marksizmde dogma değil Marksist ilkelerin savunulması anlamına gelir.
Lenin de Ortodoks Marksistlerin Marx’ın bazı eskiyen görüşlerini belirtmek durumunda kaldıklarında bunu hiçbir tereddüde düşmeden ve en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde net ve ayrıntılı yaptıklarına işaret eder. Elbette Ortodoksluk somut koşulların somut tahlili ve Marksizm bir dogma değil eylem kılavuzudur anlayışının ihmal ve inkâr edildiği durumda olumlu bir rol oynamış olmaz; ancak tam da Lenin’in savunduğu ve yaptığı gibi olumlu bir özellikte gösterir ki bu hem revizyonistlere karşı Marksizmin tutarlı/kararlı savunusunu hem de Marksizmin ruhuna/özüne uygun bir ele alışı yansıtır.
Lenin’e dayanarak Marksizm’de Ortodoks tavrı olumsuzlamak veya kötü durumun nedeni olarak açıklama çabası boşunadır. Çünkü Lenin’in perspektifi ışığında hem revizyonistlere karşı Marksizmin savunulmasında Marksistler Ortodoksturlar hem de somut koşulların somut tahlilini yapmadan Marksizmi her seferinde inkâr eden, Marksizmin, Marksist tezlerin doğrudan tahlilini yapmayı kararlı bir şekilde reddedenler hep revizyonistlerdir. “… Revizyonistler yani sağ oportünistler, Marksizme sözde bağlıdırlar; onlar da ‘dogmatizmi’ eleştirirler. Ama aslında saldırdıkları şey Marksizmin özüdür. Materyalizme ve diyalektiğe karşı çıkarlar ya da onları çarpıtırlar; demokratik halk diktatörlüğüne ve Komünist Partisinin önder rolüne karşı çıkarlar ya da onları ya da onları zayıflatmaya çalışırlar…” (Mao, 1993, s. 447)
Ş. ATAKAN’ın koşullar karşısındaki tavrı-değerlendirmesi, İbrahim’in görüşleriyle karşıtlığı tam bir “diz çökerek isyan” halidir. İbrahim’in hiçbir görüşünü tam ve doğru anlamadığı halde onu “geçmişin günahı” olarak mahkûm etmekte; ama bunu açıkça, kararlı ve dürüst bir tarzda yapamamaktadır. İbrahim’e karşı tutumunu açıkça belirlemek durumunda kaldığında bütün cesaretini ve kendi inançlarına bütün saygısını yitiriyor. Aslında görüşlerinin bütünüyle yadsıdığı, “geçmişin günahı/hatası” kabul ettiği İbrahim’i Ortodokslukla suçlaması işten bile değil. Bu kadar günahın başka nedeni/açıklaması olamaz. Çünkü biz Ş. ATAKAN’ın yazdıklarında, ortaya koyduğu bulanık genel çizgide bırakalım bugünü, geçmişte bile İbrahim’e dair bir doğrulama, İbrahim’in hakkının tam olarak verildiği bir konu göremedik. Bu onun Ortodoksluk eleştirisinin de içeriğini belirliyor.
Yolunu Kaybetmiş “Ardıllar”
Ş. ATAKAN “İbrahim’in ardılları” diye genel bir tanımlama yapıyor ve ardıllarının onu putlaştırdığını, dogmatik tarzda sahiplendiğini, tezlerini geliştirmediğini söylüyor. Kendini “İbrahim’in ardılı” gören o kadar çok örgüt/parti var ki bunların her biri ayrı değerlendirmeleri gerektiren farklı sınıf özelliklerine sahiptir. Bunların birçoğu kendilerini öyle tanımlasalar da Ş. ATAKAN’da olduğu gibi İbrahim’in görüşlerini ona karşıt zeminde burjuva görüşlerle inkâr eden, çarpıtan, savunmayan ardıllardır!
Eğer “ardıllar” hakkında tanımlama yapılacaksa bu gerçeklik göz ardı edilemez. İbrahim’in Ortodoksça savunulduğu, bu nedenle dogmatik yaklaşımlar sergilendiği söylendiğinde bahsedilen ardılların sınıflandırılması gerektiği bilinmelidir. Genel bir “ardıllar” kümesi oluşturup hepsi için “Ortodoksluk” eleştirisi yapmak kendi başına dogmatik bir yaklaşımdır. “Ardıllar”ın bu derece ayrıştığı, farklı devrim türleri için farklı parti anlayışlarıyla farklı devrim yolları açıkladıkları koşullarda tek bir “Ortodoksluk” tanımı yapmak nesnesine yabancı özne yaptığından habersiz bir durumdur. İbrahim’in ardılları için Ortodoksluk tartışması yapılacaksa Lenin’nin perspektifi temel alınabilir: Sözü edilen ardılların İbrahim’in genel siyasi çizgisine, temel görüşlerine bağlılıkları ve bununla beraber eskiyen görüşlerine yönelik açıklamaları ele alınıp sonuçlar çıkarılabilir. Bu iş Ş. ATAKAN’ın yaptığı türden “adlandırma”dan ibaret etiketlemelerle yapılamaz; bu dogmatizmin tarzıdır ve ne ironik bir durumdur ki “Ortodoksluğu” İbrahim’in genel siyasi çizgisine bağlılık anlamında reddederken Ş. ATAKAN güya dogmatizme işaret ettiğini ileri sürmüştür. Birinin Ş. ATAKAN’a dogmatizme karşı mücadelede dogmatik tarzın bir silah olamayacağını en azından düşündürtmesi gerekiyor…
Marksizmin Ortodoks savunusu gibi İbrahim’in Ortodoks savunusu da ancak Marksistler-Komünistler tarafından yapılabilir. Ş. ATAKAN da dahil İbrahim’i revizyonistçe savunmaya, onu revizyonist görüşlerine alet etmeye çalışanlar İbrahim’in sürdürücüsü anlamında onun ardılı olamaz. Hemen her temel konuda İbrahim’in görüşleri tasfiye edilerek “İboculuk” yapılmakta, görüşlerinin/çizgisinin özü/ruhu yok edilmektedir. Görüşlerini/çizgisini eleştirdiği, temellerinden sarsıp mahkûm ettiği anlayışlar savunularak İbrahimcilik yapılmaktadır. Güncele uyarlama, güncelleme adı altında İbrahim’in temel görüşleri inkâr edilirken onun ardılı olduğunu ileri sürmek özü boşaltılmış İbrahimciliktir, kavramları adla açıklayan bir tür adcılıktır. İbrahim’i İbrahim yapan bugün Ş. ATAKAN’ın “ardılları” kümesine yerleştirdiği ardılların savunduğu ve İbrahim’e yamamaya çalıştıkları revizyonist görüşlere karşı cüretli ve keskin mücadelesidir. Ş. ATAKAN ve bu türden ardıllar onun kıyasıya mücadele ettiği görüşlerle, İbrahim’in Ortodoksça savunulmasına itiraz ediyorlar! Aslında İbrahim’e açıkça ve dürüstçe karşı çıkma cesaretinden yoksun, kendi görüşlerine karşı saygısız, revizyonist karakterlerine uygun bir ikiyüzlülükle sözde onu savunuyorlar. Bu onların sınıf karakteridir. İbrahim bütün revizyonist görüşlere/akımlara karşı açık, dürüst ve kararlı bir proleter tavırla mücadele ederken İbrahimci geçineneler ikiyüzlü ve korkak bir tavırla onun mahkûm ettiği görüşlere ardıllık iddiasıyla “saygınlık” kazandırmaya çalışıyorlar! Bu şekilde bırakalım İbrahim’e, onun görüşlerine saygı duymayı kendi görüşlerine bile saygı gösteremediklerini ispatlıyorlar!
Ş. ATAKAN Ortodoksluğu kendi dar perspektifi içinde dar kavramış; ama buna rağmen Lenin’in iki yönlü Ortodoksluk eleştirisini kullanmaya kalkışmış. Halbuki Lenin revizyonistlere karşı Marksizmin savunulmasında Ortodoksça davranmış, ama Marksizmi dogmatik değil somut koşulların somut tahlili ilkesiyle savunmuştur. Ş. ATAKAN’ın ifade ettiği sorunların nedenini Lenin’den hareketle söylersek Ortodoks davranmakta değil davranmamakta bulabiliriz. Yani Marksizmi revizyonizme karşı Ortodoksça savunup onu bir dogma değil eylem kılavuzu olarak kullanmaktan bahsetmeliyiz. Ş. ATAKAN’daki revizyonist görüşler genel durumun (onun bahsini ettiği sorunların) bir özetidir aslında. Eleştirdiği şeyin nedeni görüşlerinde kendini dışa vuruyor. Ama “düşmanı” dışarıda arama gibi bir küçük burjuva gelenek olduğundan bunu fark edemiyor.
Marksizm (MLM) konusunda ciddi yetersizliklerimiz olsa da revizyonizme karşı Marksizmin Ortodoks çizgisinden ayrılmamayı savunuyoruz. İbrahim’in görüşlerini onun ardılı olarak körü körüne savunmak bizce olanaklı değildir ama onu körü körüne inkâr etme birçok “ardılı” için gerçekliktir. Ş. ATAKAN’da da gördüğünüz gibi onu çarpıtan, körü körüne inkâr edenler bir de körü körüne savunmaya kalkabilmekteler. Bu revizyonistler “güncelleme” adı altında İbrahim’in içini boşaltıp boş bir kabuk haline getiriyorlar. Sonra da bu kabuğun içine girip İbrahimci geçiniyorlar. Bize de bu kabuğu kırıp içindeki sahte İbocuları dımdızlak ortaya çıkarmak kalıyor!
İki Yanlış Bir Doğru Etmez!
Ş. ATAKAN “Kaypakkaya’yı eleştirmesine rağmen en iyi anlayan, kavrayan ve onun tezlerini ileriye doğru taşıyıp geliştiren kişi Y. Güney olmuştur…” diyor.
Bir görüşü/teoriyi geliştirmeniz için önce onu temel almanız gerekir. Y. Güney’in İbrahim’in tezlerini ileriye taşıdığı iddiası daha bu ilk kriteri karşılamaktan uzaktır! Y. Güney, İbrahim’in temel tezlerinden farklı tezler savunmuştur. Bu bakımdan İbrahim’in tezlerinin geliştirilmesi değil önemli derecede anlaşılmaması-kavranmaması söz konusudur. (Burada amacımız Y. Güney’in görüşlerini bütünlüklü değerlendirmek olmadığından -ki bu ayrı bir çalışma konusudur- kısaca bunu söylemekle yetiniyoruz.)
Ş. ATAKAN bir kurtarıcı arayışıyla Y. Güney’e sığınıp İbrahim’in görüşlerini inkâr etmeyi sürdürürken sadece İbrahim’i değil Y. Güney’i de inkâr ettiğinin farkında değildir. Y. Güney’i, İbrahim’i en iyi anlayan-kavrayan, tezlerini geliştiren diye övmesine rağmen ondan farklı görüşler savunarak onu olumsuzlamaktadır. Mesela Yılmaz Güney “Kürdistan sömürgedir” diyor Ş. ATAKAN ise alt-iç sömürge diyor. Y. Güney sömürge demesine rağmen ulusal kurtuluşu esas almıyor “iki ülke”nin birleşik devrimini savunuyor, ayrı bir örgütlenmeyi ve ulusal kurtuluşu savunmuyor. Ş. ATAKAN ise ayrı ayrı örgütlenmeden, devrimlerden bahsediyor ve ulusal kurtuluşu esas alıyor. Y. Güney’i, bunları bilerek mi övüyor? Hiçbir açıklama yapmadığından buna yanıt veremiyoruz. Belki kendisinin de Y. Güney’i aşmış, onun tezlerini geliştirmiş olduğu iddiasındadır.
- Y. Güney’in İbrahim’i kavramadığını söyleyebiliriz. Aynı şey Ş. ATAKAN için de geçerli, ama onun özgünlüğü Kaypakkaya’yı ve Güney’i övmesine rağmen ne onlar arasındaki temel farklılığı ne de onların görüşlerini doğru anlamasıdır… Anlaşılan o ki Ş. ATAKAN’ın “aşma-geliştirme” teorisinin ana fikri inkârdır. Tabii o bunu aşırı sevgi gösterisi eşliğinde yapıyor, İbrahim’in devrimci fikirlerini “aşırı sevgi” eşliğinde katlediyor! Çünkü İbrahim’in bütün görüşlerini olumsuzluyor; savunuyor gibi yapıp inkâr ediyor. Politik cüretten, fikirlerine güvenmekten yoksun olduğundan İbrahim’i kendine kalkan yapıyor. Bunu İbrahim’in ya da Y. Güney’in fikirlerinin özünü/ruhunu kavrayarak yapmıyor, sığ/yüzeysel bir tarzda yapıyor. İbrahim’in görüşleri eksik/yanlış diyerek, bu doğrudur diye bir görüş savunuyor ama yanlış dediğinin neden yanlış, doğru dediğinin neden doğru olduğunu gerekçeleriyle açıklamıyor, olguyu/gerçekliği analiz edip tartışarak sonuca gitmiyor. Onun için nedenlerin önemi yok. Sonuç yeterli. Bir sonuç belirliyor, nedenleri-gerçekliği o sonuca uydurmaya çalışıyor. Sizin de “bilimsel tutum” gereği buna uymaya mecbur olduğunuzu ilan ediyor! Bu durumda bilimsel tutum olsa da onu “aşkın sevgi”siyle baş başa bırakmaktadır!
Kavrayışsızlıktan Doğan Spekülasyon
Ş. ATAKAN’ın “Türkiye Sosyalist Hareketi tarihinde Ermeni sosyalistlerinin yeri” hakkındaki eleştirisini de spekülatif tarzı bakımından konu edeceğiz. Ermeni sosyalistler hakkındaki bilgimiz, dahası bu bilginin İbrahim’in döneminde olup olmadığı ve ne derecede bilindiği sorgulanmadan, değerlendirilip somutlaştırılmadan bu türden eleştiriler yapmak en hafif söylemle ukalalıktır. Eksiklik, yetersizlik eleştirileri eksik olanın ortaya konup etraflıca irdelenmesiyle, bilincin bu bakımdan tamamlanmasıyla gerçek eleştiriler olabilir. Bu özellikten yoksun eleştiriler faydası olmayan eleştiriler olur ancak. Ş. ATAKAN’ın sunduklarına bakarsak bu faydasızlık olduğu gibi göze çarpıyor. Ş. ATAKAN Ermeni sosyalistlerin İbrahim tarafından görülmediğini ileri sürüyor; ama bunun TKP değerlendirmesi bakımından nasıl bir soruna, bir yetmezliğe veya yanlışa yol açtığını tartışmıyor! Dolayısıyla bu eleştirinin nedenini de ortaya koymamış oluyor. Bu durumda biz “okurlar” sormak zorunda kalıyoruz; İbrahim’e yönelik bu eleştiri neden? İbrahim’in Ermeni sosyalistlerini “görememesi” onun hangi zaafını, bakış açısındaki hangi eksikliği gösterir? Ayrıca bu zaaf veya eksiklik başka hangi biçimlerde ve nerelerde görülmektedir? Ş. ATAKAN’da bu sorulara “hiçbir” yanıt yok. Çünkü o bu soruları sormuyor; sormuyor çünkü onun “eleştiri”den anladığı spekülatif iddialar yaymak. Oysa eleştirmek bilgi üretmek ve o bilgiyle yol alınabileceğini somutlaştırmaktır… Ş. ATAKAN ne yapıyor? “M. SUPHİ TKP’sinden önce…” ve “Komünist Manifesto’yu ilk çeviren ve sosyalizm tohumlarını atan Ermeni sosyalistlerini görememesi”ni İbrahim’in bir eksikliği olarak belirtip bir kusuru örter gibi bunun için bir de hafifletici sebepler sıralıyor. “Kusur örten” bu savunucuların örtücüye hak etmediği bir paye verdiğini biliyoruz! Fakat Ş. ATAKAN ne kadar sakınsa da gerçeği örtemez; burada da örtemiyor.
İbrahim Türkiye Komünist Hareketi’ni açıklarken “Komünist Manifesto’yu çeviren ve böylece sosyalizmin ilk tohumlarını atan Ermeni sosyalistleri”nden bahsedemezdi; çünkü Ermeni sosyalistleri komünist harekete dahil değillerdi. O zaman da bugün de TKP’den söz edildiğinde veya komünist parti tarihi konu edildiğinde Ermeni sosyalistleri sürece dahil edilmezler. Çünkü bu sosyalistler komünist hareketin kendisi olma özelliğinde değildirler. Kuşkusuz sosyalizm fikrinin Türkiye’de tanınmasında ve yayılmasında katkıları olmuştur; fakat tek başına bu komünist hareket özelliği değildir. Manifesto’yu çeviren sayısız aydın vardır; ama bunların çoğu komünist harekete dahil olmamışlardır. Nerede neyden ve kimlerden bahsedeceğini bilmek gerekir.
“… programda ölen işçilerin isimlerinin sayılması çok gereksiz bir şey. Bunlar programı zayıflatır. Daha aşağıda da ölen gençlerin isimleri sayılmıştır. O da gereksizdir. Her geçen gün işçi, köylü, genç, aydın yeni arkadaşlar eksilecek aramızdan. Program, durmadan bunların gerisinde kalacak. Bunları tek tek programına koymaya imkân ve ihtimal yok! Bunun faydası da yok! Aksine zararlı olabilir. (…) Ayrıca, daha ayrıntılı bir açıklamanın imkânsız olduğu bir programda, her saftan, komünist, revizyonist, anarşist bütün saflardan isimlerin yan yana yer alması sadece kitlelerin bilincini bulandırmaya, onların hepsini bir ve aynı hareketin unsurları olarak görmelerine yol açar. Eğer her saftan kişiyi peş peşe sıralamakla bunlara sempati duyan herkesin desteğinin kazanılacağı hesaplanıyorsa, bu basit bir politika oyunudur ve insanın ayağına dolaşır. Emperyalizme ve gericiliğe karşı dövüşürken ölen herkes saygıya değerdir. Ama bu, bunların içindeki revizyonist ve anarşist unsurlarla komünistler arasına bir çizgi çekmemize asla yol açmamalıdır. Yoksa, daha da saygıya değer olan komünizme, halkın kurtuluş davasına saygısızlık edilmiş olur.” (İbrahim Kaypakkaya, 2013, s. 314-315)
İbrahim’den yaptığımız bu alıntı, kimlerden nerede ve nasıl bahsedeceğimiz hakkında temel bir fikir içermektedir. Komünizmi diğer akımlardan ayırt etmek buna göre önemlidir ve gereklidir. Ermeni sosyalistlerin hiç şüphesiz Türkiye Devrimci Hareketi’nde, hatta proleter hareketin düşünsel oluşumunda saygı değer bir konuma sahiptirler ve bugün daha da netleşmiş olarak biz bundan ayrıntılı olarak bahsedebiliriz. Fakat İbrahim proleter hareketten veya genel olarak sosyalizm fikrinin Türkiye’deki sürecinden, bu anlamda tarihinden değil de komünist hareketten bahsederken Ermeni sosyalistlerini anamazdı. Bunun için hem “nitelik engeldir”; çünkü Ermeni sosyalistleri komünist sosyalistler değildi, milli veya liberal sosyalistlerdi hem de Ermeni sosyalistlerine ilişkin bilgi onun döneminde yaygın bir bilgi değildi. İbrahim’in bu biçimde sayısız “eksikliği”nden bahsedilebilir; örneğin Urfa’daki Göbeklitepe’den, bu “ilk yerleşim yeri”nin insanlık tarihindeki öneminden de habersizdi ve Mezopotamya’nın bu bakımdan taşıdığı değeri de bilmiyordu! Hatta İbrahim Mezopotamya’dan habersizdi; örneğin Urfa dendiğinde “Güneydoğu Anadolu” diyebilirdi! Bugün de birileri Ş. ATAKAN’ın “kara delikler”in sırrını keşfedememesinin eksiklik olduğunu iddia edip ama koşulların da buna engel olduğunu söyleyebilir! Buradaki mantığın iler tutar bir yanının olmadığını anlatmak istiyoruz; ama Ş. ATAKAN bunu ciddiye alıp bu “eksikliği”ni gidermek üzere bilimle uğraşmaya başlarsa faydalı bir şeye vesile olmaktan da mutlu oluruz!… İbrahim TKP’yi Türkiye’de komünist hareketin partileşmesi, yani komünist çizginin gerçekleşmesi olarak başlangıç kabul ediyor; yoksa sosyalist eğilimli burjuva hareketten habersiz olduğunu düşünmek pek de akıllıca olmaz…
Türkiye’de komünist hareketin tarihi TKP ile başlar ve M. SUPHİ’lerin katledilmesi ile TKP revizyonist bir karaktere bürünür. İbrahim’in yeniden yarattığı çizgi M. SUPHİ TKP’sinin komünist çizgisinin yenilenmesidir. Özetle TKP özelinde İbrahim komünist hareketi değerlendiriyor. “Ermeni sosyalistleri” esas olarak burjuva devrimcileridir. Sosyalist eğilimleri, söylemleri olmakla beraber proleter sosyalist değillerdir. Burjuva ideolojisi içinde kalan ve çoğunlukla da milliyetçiliğe eğilimli devrimcilerdi. Komünist Manifesto’yu çevirmeleri proleter sosyalistlik için bir kriter değildir. Bu, sosyalizm fikrinin, hareketinin güçlendiği koşullarda devrimci eğilimin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak sosyalist eğilimde olmak sosyalist olmak değildir. Bunun için sosyalizmi amaçlamak, programını ona göre belirlemek, proletarya diktatörlüğünü savunmak gerekir. Ermeni devrimci hareketi içinde bu eğilime sahip olanlar da bulunmuştur; ama hareketin sınıfsal karakterini, amaç ve programını belirleyen esas olarak burjuva devrimciliğidir, burjuva milliyetçiliğidir. Ermeniler dışındaki milliyetçi hareketlerde de benzer eğilimlerin, özelliklerin olduğunu söyleyebiliriz… Hiçbiri TKP gibi komünist bir çizgi, karakterde proletaryayı temsilen onun ideolojisini esas alarak hareket etmedi. TKP’yi onlardan ayıran da İbrahim’in onları komünist hareketin öncüleri olarak görmemesinin nedeni de budur. İbrahim’in komünist hareketi TKP ile başlatması doğrudur. Ermeni veya farklı uluslardan devrimcilere dair bir değerlendirmeye bu bakımdan özel olarak gerek görmemesi de normaldir. Mesele onun için belli ve belirgindir. Osmanlı’da gelişen burjuva devrimci hareketlerden bihaber olduğunu iddia edemeyiz herhalde. Bunların bilincinde, bunlardan haberdar olarak bu değerlendirmeleri yapıyor, komünist hareketin tarihini TKP ile başlatıyoruz. Komünist hareketi tanımlamak için burjuva devrimci sosyalistleri değerlendirmek zorunlu olmadığı gibi bunu yapmamak bir eksiklik olarak addedilemez. Kısaca İbrahim’in bu “gerçeği görememesinden” bahsedilemez. O bu gerçeğin burjuva devrimci özelliğinin tam bilincinde olarak komünist hareket içinde düşünmemiştir. Ş. ATAKAN TKP’den önce onları böyle değerlendiriyor; bu da onun, onların burjuva karaktere sahip olduğunu görememesi ile ilgilidir. Kendindeki bir sorunu İbrahim’e yönelik eleştirinin malzemesi yapması evlere şenlik!
Bizim sosyalist hareket anlayışımızla Ş. ATAKAN’ınki arasında dağlar kadar fark olduğu anlaşılıyor. Savunduğu şeylerden hareketle onun sosyalizminin burjuva karaktere sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii o bunun sosyalizm olmadığının farkında değildir.
Avrupa’da burjuva devrimlerinden sonra Osmanlı’da da burjuva hareketleri gelişmiştir. Bu hareketlerin ezilen uluslar içindeki yaygınlığı az çok bilinir. Milli sosyalistler, liberal sosyalistler, radikal sosyalistler, anarşist sosyalistler gibi birçok “farklı” sosyalist akım gelişmiş ve yayılmıştır. Sosyalist fikirlerin de burjuva devrimcilerini etkilediği bir süreçtir bu, sadece Ermeni ulusalcıları değil farklı ulusların devrimcileri de sosyalist eğilimler göstermişlerdir. Ezilen ulus devrimcilerin hemen hepsi sosyalist söylemler kullanmış, kendilerini sosyalist tanımlaması da sıkça görülmüştür. Ancak ne ideolojik ne de siyasal ne de sınıfsal olarak böyle bir karakterleri/hedefleri vardır. Sosyalist fikirlerin yayılmasında, benimsenmesinde etkileri inkâr edilemez ama sosyalizmi temsil ettikleri de iddia edilemez.
Ustalara Karşı “İbrahimci”!
İbrahim’in Kemalizm değerlendirmesinin ayırt edici olduğu, tutarlılığı bir tarafa gerçekliğe en yakın bir içerik taşıdığı, bu nedenle de devrimci hareketin gelişimi içinde kabul gören bir nitelik gösterdiği bilinmektedir. Ş. ATAKAN bu özelliğe sahip Kemalizm değerlendirmesini hem çarpıtarak hem de gerçeklere dayanmayan iddialarla komünist ustaların değerlendirilmeleriyle uyumsuz göstererek yalancı bir Kaypakkaya savunusu yapıyor.
İbrahim’in Kemalizm ile ilgili değerlendirmelerini Şnurov görüşlerini temel alarak yaptığını onu okuyan herkes bilir. Bu görüşlerinin Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun değerlendirmelerine rağmen ve aykırı olduğu da iddia edilemez. İbrahim’in değerlendirmelerindeki alıntılardan da bu görülebilir.
Bu konudaki değerlendirmelerine başlarken de “… Şnurov’un dile getirdiği görüşlerin, o yıllarda Stalin yoldaşın ve diğer Bolşevik Partisi önderinin de görüşleri olduğunu kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur” der. (İbrahim Kaypakkaya, 2013, s. 345) Daha baştan onlara rağmen bir yaklaşım içinde olmadığını, onların değerlendirmelerini temel aldığını ortaya koyar. Diğer yazdıklarını okumadan da buradan genel bir sonuç çıkarmak mümkün. Ş. ATAKAN ise bu gerçek durumu tersyüz edip şöyle diyor: “… Komintern-Lenin-Stalin-Mao ve Dimitrov’un değerlendirmesine rağmen (ki onlar Kemalizmi ve Kurtuluş Savaşı’nı bir milli burjuva devrimi olarak değerlendirmişti) Kemalizme saldıran ve faşist ilan eden Kaypakkaya’nın günümüz koşullarına değin somut ve nesnel gelişmeler ve gerçeklikler karşısında ardılları gibi düşünmeyeceğini anlamak ve kavramak için yukarıda vurguladığımız hususların yeterli olduğu kanaatindeyiz. Böyle bir sonuca gitmek için çok zeki olmaya hiç gerek yoktur. Bizzat Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu tezler ve görüşler bağıra çağıra bize bunu pekâlâ söyletmektedir.” Bir de İbrahim’in Kemalist harekete “… önceleri milli burjuvazinin önderlik etmesine rağmen sonraları komprador burjuvazinin önderlik ettiğini ve komprador burjuva bir nitelik taşıdığını…” söylediğini iddia ediyor. Bu iddiaların, her biri birer çarpıtmadır/yanlıştır.
İbrahim’in Şnurov’un görüşlerinden hareketle Kemalist hareketin önderliğindeki sınıflara dair görüşleri şöyledir: “Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta başından itibaren (abç) İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir…”
“…Biz, önceleri Kurtuluş Savaşı’na milli karakterdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük.”
“Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir, ama Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır…” (age, s. 348)
Ş. ATAKAN’ın ‘İbrahim’in diye aktardığı görüş ile doğrudan İbrahim’den yaptığımız alıntılardaki görüş arasındaki fark rahatlıkla görülebilir. Okuduğunu anlamayan biri mi söz konusu yoksa kendi ‘doğru’sunu İbrahim’e mâl ederek ‘açıklayan’ bir fikir acizi mi?
İbrahim’i okumadığını düşünmediğimiz Ş. ATAKAN ya bu bölümü bir nedenle okumamış ya da kendi yanlış görüşünü İbrahim’in görüşünün karşısına koymaya cesaret edemiyor. İbrahim’in bu görüşlerini, Ş. ATAKAN’ın ‘anlamak için çok zeki olmaya hiç gerek yok’ dediği halde yanlış anlamak İbrahim’in mirasçısı olduğunu söyleyen biri için yüz kızartıcı olmalıdır! Bu İbrahim’i savunmak değil tahrif ve inkâr etmektedir. İbrahim’in yazdığı şeyi bile doğru anlamayan Ş. ATAKAN onun ardılları gibi düşünmeyeceğini söyleyebiliyor. Yazdıklarını anlamamış olduğu halde bir de yazmadıklarına/düşünmediklerine kafa yoruyor! Bunun için çok zeki olmaya gerek yok diyor. Oysa zekâ gerektirmeyen böylesi iddialardır!
İbrahim’in Kemalizmle ilgili görüşlerini komünist önderlere rağmen belirlediği iddiası da aynı şekilde yanlıştır. İbrahim bu konudaki değerlendirmesinin başında kimi referans aldığını belirtmekle yetinmeyip değerlendirmelerini diğer önderlerden alıntılarla pekiştiriyor. Biz de bu alıntıların bazılarını bu iddianın temelsizliğini göstermek üzere aktaralım.
“Kemalist devrim üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkanına karşı gelişen bir devrimdir.” (Stalin’den aktaran İ.K., age, s. 355)
“Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır…” (Mao, age, s. 364)
Ayrıca İbrahim şafak revizyonistlerinin “Kemalist iktidarın siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı” olduğu görüşüne Mao’nun şu sözleri ile karşı çıkar: “… bu sınıfın milli burjuvazisi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü hemen hemen imkansızdır. Çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı devrim bir ölüm kalım mücadelesi içine girmiş bulunmaktadır. Her iki taraf da birer büyük sancak dalgalandırmaktadır…” ara sınıflar “… ya birini ya diğerini seçmek zorundadırlar. Çünkü üçüncü bir seçim yoktur.” (age, s. 379)
Devamında İbrahim yoldaş şunu söyler: “Mao Zedung yoldaşın sözleri, Büyük Ekim Devriminden sonra açılan proleter devrimler çağı için genel geçerliliği olan sözlerdir. Şafak revizyonistleri -boş bir hayal- olan şeyi, gerçek gibi göstermekle, sosyalizmin genel teorisini açıkça ve alçakça çiğniyorlar.” (age, s. 379)
Bunu daha fazla uzatmanın bir gereği olmadığını sanıyoruz. Çünkü İbrahim’i okuyanlar onun Kemalizmle ilgili görüşlerini Şnurov’u temel alarak açıkladığını, Stalin’den, Mao’dan alıntılar yaptığını, Lenin ve Dimitrov’dan yararlandığını bilirler. Bu konuda onları olumsuzlayan, onlara karşıt bir görüş/tutum içinde olmadığını başından sonuna kadar gösterir. Hatta yer yer şabloncu/dogmatik tutumlar sergileyen Şafak revizyonistlerine karşı komünist önderlerin görüşlerini yaratıcı bir biçimde açıklar. Somut koşullara/ilişkilere uyarlar. M. Kemal’i Sun Yat-Sen’e benzeten revizyonistlere Sun Yat-Sen’e değil Çan Kay Şek’e benzediğini, Türkiye’nin Çan Kay Şek’i olduğunu söyleyerek yanıt verir.
Bu bölümü bitirirken şöyle der: “Şafak revizyonistleri, ‘Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un M.Kemal’in tahlilleri bize ışık tutmalıdır’ diyorlar. Evet, biz de aynı kanaatteyiz, böyle bir ışığa çok gereksinimleri var. Baksanıza, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışan körlere benziyorlar. Ama bunların ki körlüğün başka bir çeşidi: siyasi körlük.” (age, s. 402)
İbrahim’in diğer komünist önderlere rağmen bir Kemalizm değerlendirmesi yapmadığı çok açık. Ayrıca İbrahim onların “Kemalizmi-Kurtuluş Savaşı’nı bir milli burjuva devrimi olarak değerlendirmeleri”ne temel bir karşıtlık içinde değildi. Şnurov’dan uzun alıntılardan sonra “Kemalist devrim”in, “Jön Türk devriminin benzeri ve izleyicisi” olduğunu söyleyip “Kemalist devrim esas olarak ticaret burjuvazisinin başını çektiği fakat bunların bir kısım ağalar, büyük toprak sahipleri ve tefecilerle de ittifakına dayanan bir ‘milli burjuva’ devrimidir ve burjuvazi ilk başlarda halkın desteğini almayı başarmıştır.” (İK., age, s. 346) der. İbrahim de devrimin “milli burjuva” olduğunu söylüyor ama devamında “milli burjuva” kavramı üzerinde durmak gerektiğini belirterek bu kavramın nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir açıklama yapıyor.
Milli burjuva-komprador burjuva ayrımının Lenin, Stalin ve Şnurov’da henüz olmadığını, yalnız onların Kemalist devrime milli burjuva devrimi derken “komprador olmayan burjuvazinin devrimi”ni kastetmediklerini “Türk olan burjuvazinin devrimi”ni kastettiklerini, sözü geçen ayrımı Mao’nun yaptığını ifade ediyor. Şnurov, Kemalist devrimi “milli burjuvazinin devrimi” olarak tanımlarken Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin ve az sayıdaki sanayi burjuvazisinin bu devrime önderlik ettiğini ortaya koyuyor. Bunların kendi gelecekleri için bir ölüm kalım savaşına tutuştuklarını, devrime bu nedenle katıldıklarını, önderlik ettiklerini; ama daha başından emperyalistlerle işbirliği içine girerek toprak devrimi ihtimaline karşı da bir pozisyon aldıklarını ifade ediyor. Kısaca diğer komünist önderlerin görüşlerine bir karşıtlık içinde olmadığı gibi onların görüşleri temelinde Kemalizme dair görüşlerini düzeltmiş ve derinleştirmiştir.
Burjuva Argümanlarla Gerçekleri Çarpıtmak!
Ş. ATAKAN’ın bir başka iddiası da Sovyetler Birliği’nin Kemalistlerle iş birliğini M. Suphilerin katledilmesine rağmen artırması ve ezilen ulusa yönelik katliamları övmeye varan bir tutum olduğudur.
Bu iddialarıyla Ş. ATAKAN SB’nin Kemalistlerle ilişkisini de anlamadığını gösteriyor. İbrahim’i referans aldığını söyleyen birinin onu bu kadar anlamamış olmasını nasıl açıklamak gerekir bilemiyoruz. Kartal edasıyla meydana çıkıp uçmaya özenen tavuk/horoz gibi çırpınmakta Ş. ATAKAN! Herhalde SB’nin Kemalistlerle ilişkisini olumsuzlayan Almanya ile Lenin ve Stalin dönemindeki anlaşmaları, ÇKP’nin Çan Kay-Şek ve Guamindang’la ilişkilerini vs. olsa olsa çarpıtarak olumlar! “Tutarlı oportünizm”in bilindik sonu budur.
“… Birkaç yıl önce sömürgelerin kurtuluşu için başlayan mücadelenin her şeye rağmen güçleneceği, Rusya’nın bu mücadelenin öncüsü olarak bütün gücüyle ve bütün vasıtalarla bu mücadele taraftarlarını destekleyeceği, bu mücadelenin, ezilen halkların davasına ihanet etmedikleri sürece Kemalistlerle birlikte veya itilaf devletleri cephesine geçerlerse, Kemalistlere karşı zafere ulaşacağı bütün şüphelerin dışındadır.” (Stalin, Akt. İK., age, s. 349)
Stalin bunları Kemalistlerle itilaf devletlerinin birbirleriyle ciddi ciddi flört ettiğinin anlaşılması üzerine yazıyor. İbrahim de Kemalistlerin ikiyüzlü tavrına, SB’ye ve içerde komünistlere, halka karşı emperyalistlerle el altından iş birliği yaptığına değiniyor. Kemalistler emperyalistlerden taviz koparabilmek için ve kopardığı oranda SB’ye karşı emperyalistlere yanaşmıştır.
SB ve onun önderleri Kemalistlerin karakterini bilmiyor değillerdi, değerlendirmelerinden bunu görebiliriz. Sömürgelerin kurtuluşu mücadelesinde “… emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkanına karşı gelişen…” (Stalin)
Kemalist devrim işgal nedeniyle başlangıçta esas olarak anti-emperyalist bir özellikte olsa da kısa zamanda bu özelliği geriledi ve güdük hale geldi. Emperyalistlerin kanatları altında kendisini güvenceye alan hareket halka karşı bir devrim olarak gelişti.
Birçok çelişki içeren bu süreçte bağımsız hareket etme özelliği olmayan hareketin yönü henüz belli değilken Kemalistlerin doğrudan ve bütünüyle emperyalistlerin cephesinde yer almaya teşvik edecek politikalar izlemek akıllıca olamazdı. Sovyetler Birliği ile anti-emperyalist karakteri öne çıkan Kemalist Hareket/Devrim arasındaki nesnel ittifakın koşulları görülmezse eğer Lenin ve Stalin dönemlerindeki “akıllı” politikalar elbette anlaşılamaz. Bu koşullar 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Balkanlar’da, Anadolu’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da yarattığı koşullardır. Bütün bu bölgelerde Kemalist Hareketin konumunu belirleyen, karakterini biçimlendiren çelişmeler söz konusudur. Kemalist Hareketin kendisiyle sınırlı bir değerlendirme yapılarak bu çelişmelerin yol açtığı koşullar, olanaklar ve dezavantajlar göz ardı edilemezdi. Ş. ATAKAN’ın değerlendirme tarzı koşulları hiçe sayan bir tarzdır, dolayısıyla dogmatiktir. Örneğin Kafkasya’da Kemalist devrimin neden olduğu özgünlüğü anlamaktan uzaktır Ş. ATAKAN! Burada Osmanlı Ordusu’nu Bolşeviklere karşı kullanan Almanya’nın yenilgisi ve İngilizlerin hareketine destek vermeyen Kemalist hareketin nesnel olarak Bolşeviklere sağladığı destek; Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına paralel Kemalist hareketin bu gerici devletin yerine “kendi devleti”ni yerleştirme olanağını bu devletin “direnen” güçlerine karşı kullanması Ş. ATAKAN’ın kafa yorduğu gelişmeler/koşullar olmaktan uzak. Oysa Bolşeviklerle Kemalistlerin nesnel ve geçici ittifakının nedenleri bu ve benzeri durumlardır. Kemalist hareketin egemen bir güç olarak değil; ama egemen sınıfların destekleyeceği ve nihayet destekleri bir hareket olarak gelişmesi Bolşeviklerin onlarla ilişkisini kavramak bakımından belirleyicidir… İşgal dolayısıyla anti-emperyalist özelliği öne çıkan bu hareketin zamanla emperyalist devletlerin bir kuklasına dönüşmesi Lenin’in, Stalin’in ve Mao’nun tahmin edemedikleri bir dönüşüm/gelişim olmadığını onlardan alıntılarla gösterdik ve bu daha başka birçok değerlendirmeyle ispatlanabilir. Sorun bu gelişimin, koşulları içinde komünistler tarafından politik bakımdan en uygun biçimde değerlendirilmesidir; yoksa kendi başına bir Kemalist devrim tanımı yapmak, ad koymak hiçbir anlam taşımaz. Ş. ATAKAN İbrahim’le dünya komünist hareketinin en büyük önderlerini karşı karşıya getirirken bu en basit gerçeği/ilkeyi unutuyor; belki de unutmuyordur, bundan hiç haberdar değildir!
Elbette komünistler, Kemalistlerin anti-emperyalist milli devrimdeki ikiyüzlü karakteri karşısında halkın çıkarları doğrultusunda KP’yi ve kadrolarını korumayı bilmeli, Kemalistlere hiçbir biçimde güvenmeden hareket etmeliydiler. Bu konudaki eksiklikler/yanlış tutumlar emperyalist işgale karşı olan sınıflarla bir ittifak politikasına mâl edilemez. ÇKP emperyalist işgale karşı kendi bağımsızlığından, gücünden vazgeçmeden Guomindang’la-Çan Kay-Şek’le ittifak politikası izleyebildi ve bunun sayesinde hem kendini korumuş hem de Guomindang’ın her türlü saldırısını alt etmiş, başarı kazanmıştır. Burada aynı sonucu elde edememenin nedeni ittifak politikası mıdır yoksa bu politikayı uygularken onun gereklerine göre sınıf düşmanına karşı konumlanmamak mıdır? Guomindang ÇKP’ye defalarca saldırmış, önemli kayıplar verdirmiştir ama sırf bu nedenle işgale karşı ittifak politikasından vazgeçilmemiştir. Bu politika birçok güçlü itiraza karşın, ısrarla savunulmuştur. Stalin’in dediği gibi işgal karşıtı cephede oldukları sürece onlarla, karşı cepheye geçerlerse onlara rağmen devrim mücadelesi sürmüştür. ÇKP sonuna kadar Guomindang’ı işgal karşıtı cephede tutmaya çabalamış, bağımsızlığından taviz vermeden halkın çıkarlarını, KP’yi koruyup geliştirmesini bilerek Guomindang’ın içinde gerçekten işgal karşıtı olan güçleri kazanmış, gericileri zayıflatmış ve devrimi gerçekleştirmiştir. Başarısı ÇKP’nin bu politikasının büyük takdir görmesine neden olurken başarısızlık nedeniyle Kemalistlere karşı aynı politika olumsuzlanıyor ve sorumluluk da SB’ye yükleniyor!
Açıkça görülüyor ki burada Ş. ATAKAN iki farklı şeyi birbirine karıştırıyor ve bilgisizliği nedeniyle de ittifak politikası hakkında büyük çamlar deviriyor. Türkiye’de komünistlerin ÇKP’li komünistler kadar dikkatli davranamadıkları söylenebilir; savaş konusunda, sınıf düşmanlarının güvenilmezliği konusunda deneyimsizliğin sonuçları da burada değerlendirmeye alınabilir. Ne var ki Lenin’de, Stalin’de ve Mao’da birçok kez deneyimlenmiş ve doğruluğu ispatlanmış komünist ittifak politikasını “güvenilmez karşı devrimci sınıflar” başlığı altında yanlışlamak sadece sınıf savaşından bihaber akılsızların çıkaracağı bir sonuç olabilir.
Kısaca sorun politikada değil komünistlerin bu politikanın gereklerine yani sınıf savaşına göre hareket etmede gösterdikleri zaaf, eksik ve yanlış tutumdadır. Kemalistler bu zaafları göstermedikleri, sınıf karakterine uygun hareket ettikleri için devrimi yenilgiye uğratıp kazandılar. Komünistler aynı şeyi yapamadıkları için kaybettiler.
Kemalistlerle işgale karşı iş birliği yapmak onlara karşı kendini savunmasız bırakmak anlamına gelmez. Aksine kendini her zamanki gibi savunmaya devam etmek gerekir. Bunun aksi bir görüş/tutum sınıf bilincine, mücadelesine uygun olmayacağı gibi kaybetmeye de neden olacaktır. Sovyetler Almanya ile “Saldırmazlık Antlaşması” yaptığında savunmasını zayıflatmadı aksine pekiştirdi, güçlerini toparlayıp savaşa hazırladı, halkı savaşa göre örgütledi. Almanya kapıya dayandığında ona karşı savaşabildi ve onu Berlin’e kadar kovalayıp yenilgiye uğratan, dünya halklarını faşizm belasından kurtaran ülke olarak tarihe geçti. “Saldırmazlık Antlaşması” imzaladı diye hiçbir zaman onunla karşı karşıya gelemeyecekmiş, savaşmayacakmış gibi düşünmedi, tam aksine bunu savaşa hazırlık olarak kavradı ve ona göre hazırlandı. Onun zafer kazanmasını sağlayan bu bilinçle hareket etmesiydi. ÇKP’nin Guomindang’a karşı başarılı olmasını, devrimi gerçekleştirmesini sağlayan da bu bilinçti.
Kemalistleri anti-emperyalist cepheye çekme veya tarafsız kalmalarını sağlama politikası da bu savaşın geleceği bakımından gerekli ve doğruydu. Unutulmamalıdır ki emperyalistlerle anlaşana kadar Kemalistler savaşın başında işgal nedeniyle anti-emperyalist bir tutum içindeydiler. Emperyalizme karşı sürdürülen bir savaş hangi düzeyde/nitelikte olursa olsun anti-emperyalist tüm güçleri aynı cephede toplar. Kemalistler halka, KP’ye karşı Guomindang’dan farklı bir tutum takınmadılar; ama TKP zayıf olduğundan hem de gerekli önlemleri almakta yetersiz kaldığından ÇKP’den farklı olarak Kemalistler tarafından tasfiye edilmiştir.
Bundan Kemalistlerle nesnel olarak işbirliği yapan SB’yi sorumlu tutmak, İbrahim’i de SB’nin ve bu politikanın karşısında konumlandırmak bu politikayı-süreci anlamamaktır. İbrahim SB’yi ve bu politikayı olumsuzlayan bir tutum sergilememiştir, aksine o bu politikanın koşulların bir gereği/gerçeği olduğunun bilincindedir. Ş. ATAKAN ise bunun bilincinde değildir.
Ş. ATAKAN meydanı öyle bir boş bulmuş ki aklına gelen her şeyi düşünmeden söyleyiveriyor. SB’nin ezilen Kürt ulusunun ayaklanmalarını acımasızca ve vahşi biçimde ezen Kemalistlerin yanında yer aldığı, işi bu ezme hareketlerini, vahşi katliamları övmeye kadar vardırdığı iddiası da Ş. ATAKAN’ın başka bir “uydurdum oldu” iddiasıdır. SB’nin bu hareketleri-katliamları değerlendirmesi söz konusu değildir. Bununla beraber ezilen ulusun isyanlarının bastırılması hakkında TKP’nin Şefik Hüsnü dönemine rastgelen değerlendirmesi olduğu biliniyor. İbrahim bu değerlendirmeyi olumsuzlar. Çünkü TKP hem Kemalizmi yanlış tanımlamıştır hem de bu isyanların ulusal karakterini anlamamıştır. Bu isyanların ulusal karakterinin yanında feodal bir karakteri de vardır ve TKP isyanları feodal olmakla, dolayısıyla merkezi otorite karşısında feodal beylerin çıkarlarına dayanmakla suçlayıp bu isyanların bastırılmasından yana bir tavır almıştır. Oysa İbrahim’in de belirttiği gibi bu isyanlar esas olarak ezilen ulusun ulusal çıkarları için geliştirdiği isyanlardır ve ulusal zulme karşı haklı isyanlardır. TKP bu bakımdan şoven bir politik tutum geliştirmiştir. SB’nin de bu politikayı benimsediği, onayladığı iddiası ayakları havada bir iddiadır. Türkiye değerlendirmelerinde TKP’nin bu politikası hakkında olumsuz bir yoruma rastlanmaması elbette eleştiri konusu yapılabilir; ayrıca ezilen ulus hareketinin yeni TC içindeki durumu ve gelişme olanakları konusunda derin bir sessizlik olması da yadırganabilir. Fakat katliamların, isyanları bastırmak için düzenlenen harekâtların övüldüğü iddiası olsa olsa boş konuşmaktır. TKP özelinde açığa çıkarılması gereken özellik bu isyanların feodal karakter taşımakla beraber esasen ulusal isyanlar olduğunu kavrayamamasıdır; bu nedenle Türk egemen sınıflarının şoven politikasının destekçisi konumuna düşmüş olmasıdır. İbrahim de bu özelliği net biçimde ortaya çıkarmış ve komünizm bayrağındaki bu lekeyi de temizlemiştir.
Uluslararası burjuvazinin SB’ye karşı yarattığı olumsuz yargı Ş. ATAKAN’ın değerlendirmelerine de sirayet etmiştir. SB’ye karşı bu olumsuz yargı ile birçok haksız/yanlış eleştiri yapılmaktadır. Neredeyse her durumda her şeyden SB sorumlu tutulmaktadır. Objektif koşulları, gerçeği hesaba katmadan, bağımsız bir güç olduğunun bilinciyle düşünmeden her şeyi SB’ye mâl etmek, dolayısıyla her bir ülkedeki halkın-KP’nin mücadelesini tali görmek kaçınılmazdır. Yani ÇKP’nin başarısı ÇKP’nin politikasının-mücadelesinin sonucu değil SB’nin Çin’le ilgili politikasının, Guomindang’la ve ÇKP ile ilişkisinin sonucudur. Her şeyden SB’yi sorumlu tutan bir mantıkla başka bir sonuca varmak, olayları kendi koşulları içinde somut, objektif değerlendirmek mümkün mü? Olmadığını Ş. ATAKAN’ın değerlendirmelerinden de görüyoruz. Onun için her şey çok basit; her şeyi zihninde yaratabilir, yok edebilir, düşünmesi yeter! Gerçekliğin onun için hiç bir önemi yoktur…
DÜNÜ ANLAMAYANLAR BUGÜNÜ KAVRAYAMAZ YARINI KURAMAZLAR!
Bugünü dünde aramakla, hatta “keşfetmekle” ünlü post-modern düşüncenin bir ürünü olarak komünist önderler hakkındaki eksiklik, bazı temel konularla ilgilenmemek biçimindeki eleştirilere sık rastlar olduk. İbrahim değerlendirmelerinde de bunu görmeye başladık. Bazısı koşulları temel almakta bazısı ise teorideki zaafları, bazıları da ideolojik ihmalleri. Elbette her eleştiriyi aynı kefeye koyup toptan olumsuzlamak doğru olmaz; zira bunlar içinde doğru veya devrimci teoriye hizmet eden eleştirilerin olduğu da inkâr edilemez. Önemli olan bunları bilimin ve ideolojimizin içinde değerlendirebilmek ve sonuçları çıkarmaktır. Kendi payımıza bunu elden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. Komünist ustaların eksikliklerine denk gelen veya ışık tutan eleştirilerin kaynağı olan her toplumsal sorunu/çelişkiyi devrim sorumluluğuyla ele almayı, bunlara ilişkin politika belirleyip çözüp üretmeyi sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz; elbette her sorun veya çelişkinin farklı özellikleri olduğunu, her birinin özel niteliğine uygun düşünmediğini unutmadan. Her eleştiriyi kendi bağlamı içinde ve bütünün bir parçası olarak ele almak gerekir. Tartışmadan toptancı bir inkâr doğru olmayacağı gibi olumlamak da doğru olmayacaktır. Zira belirttiğimiz gibi her eleştiri aynı özelliğe sahip değildir ve her eleştiri konusunun genel ve özel, güncel ve tarihsel gelişimiyle de ele alınması sorunları bütünlüklü kavramamıza yardımcı olacaktır.
Komünist önderlerin hata ve eksikliklerinin olmadığını düşünmenin ve savunmanın bilimsel bir tutum olmayacağını biliyoruz. Onlar kendi hata ve eksikliklerini görüp tereddütsüz kabul ederken bizim aksi bir yaklaşım sergilememiz beklenemez. “Hata yapmayanlar sadece ölülerdir” düsturunu ilke edinmiş komünistler kendi hataları konusunda açık ve samimidirler. Çünkü bir komünistin/KP’nin hatalarına yaklaşımı devrime, halka yaklaşımının özetidir. Bu nedenle hatamız söz konusu ise kibirli davranmadan, tereddüt etmeden onu kabul etmeli ve nedenlerini ortaya koyup samimi şekilde özeleştiri yapmalıyız. Yanlış yapmaktan ve yanlış yaptığımızda özeleştiri vermekten korkmamalıyız. Unutmamalıyız ki doğru, yanlışa karşı mücadele içinde gelişir ve yanlışı kavramaz, ona karşı doğru bir mücadele vermezsek gelişimimizi engellemiş oluruz. Hiçbir eksikliğimiz olmadığı iddiasında olmak eşyanın tabiatına aykırı düşünmek olur. Biz farklı düşünüyoruz diye de eşyanın tabiatı kendinden ödün vermez, bizim düşündüğümüz gibi bir özellik kazanmaz! O yüzden her olayı/sorunu kendi koşulları içinde bütün nedenleri-özellikleri ile derinlemesine kavramaya çalışmalıyız. Bunu başarabildiğimiz oranda gerçeklik karşısında daha doğru bir tutum geliştirebiliriz…
Ş. ATAKAN komünist ustaların hatalarında bahsederken şunları söylüyor: “… Kaypakkaya’nın bahsini ettiğimiz önemli stratejik ve temel çelişki ve konulara ilişkin programatik tezler ortaya koyması gerektiği düşüncesindeyiz. Bu yönde eksikliğini, tamamen objektif koşullara bağlayarak açıklamanın da sübjektivizm olduğunu belirtelim. Tamam, o dönemin genel siyasi atmosferine baktığımızda bunu anlamak mümkündür. Ancak, bütün bu baskın havaya rağmen bilinçli devrimci irade ve politik perspektif kesinlikle (abç) doğa-ekoloji, kadın sorunu ve LGBTİQ+’lara yönelik önemli ve temel meseleler olarak ele alınması gerekiyordu… Bu hata ve eksikliğe sadece Kaypakkaya düşmemiş, dönemin hemen bütün siyasileri ve hatta önceki ustaların da ciddi hata ve eksikleri olarak tarih sayfalarında kayda (abç) geçmiştir…”
Ş. ATAKAN koşulların etkisinden, İbrahim’in yazılarının polemik olmasından, bazı şeyler için zaman ve olanak yetersizliğinden bahsediyor. Yani İbrahim için hafifletici nedenler sıralıyor sonra da buna rağmen konu ettiği sorunlarla ilgili temel bir perspektif geliştirmesi ve bu sorunları kesinlikle temel meseleler olarak ele alması gerektiğini, bu konudaki eksiklikleri-hataları tamamen objektif koşullara bağlamanın sübjektivizm olduğunu söylüyor.
Nedenleri tamamen objektif koşullarla açıklamak kuşkusuz hatalı bir yaklaşımdır. Eksiklikleri, hataları açıklarken objektif koşullar kadar öznenin koşullarla kurduğu ilişki de, bu ilişkideki yöntem de dikkate alınmalıdır. Bununla beraber geçmiş bir dönemin objektif koşullarının bugünün bilgisiyle tartışılması sırasında özenli olmak gerekir. Dönemin koşullarına egemen olan, dönem içindeki ilerici, devrimci fikirlerin düzeyine, toplumsal hareketin içerdiği genel bilgiye dayanmayan yorumların “haksız” değerlendirmeler olabileceği unutulmamalıdır. Komünistlerin objektif koşullarla kurduğu ilişki, bilindiği veya kabul edileceği gibi devrimci dönüşüm dolayısıyla devrimci eylem odaklıdır. Kurduğumuz ilişki bize ilgili koşulların tüm bilgisini veremez; çünkü pratik daima teoriden ileridedir, ancak koşulların devrimci yönde dönüşümünü kavramak için özne her zaman yeterli olan sahiptir. Sorun genellikle bu olanağı geliştirme düzeyidir. Komünisti diğerlerinden ve komünist önderleri de diğer komünistlerden ayıran özellik bu noktada yakaladıkları başarıdır. Kuşkusuz bunun temelinde bilimsel yöntem diyalektik materyalizm vardır. Bu bilimsel yöntem en nihayetinde spekülasyonu kapı dışarı etmekle ünlüdür! Dolayısıyla sübjektivizm de KP’de burjuva hastalık olarak bir sorundur. Geçmiş dönem değerlendirilirken spekülasyona izin vermemek kadar sübjektivizme yol açacak “aklama” yöntemlerine de karşı olmak gerekir. Toplumsal koşulların içerdiği bilgi her zaman için o toplumun “erişim” uzaklığındadır; bu nedenle objektif koşulların özneye engel oluşturduğu görüşünü içeren yorumlar hatalıdır.
Öznenin Nesne İle Spekülatif İlişkisi!
Nesne ve nesnenin koşulları bilginin-düşüncenin dışında, kendi özerkliği içinde var olur. Dolayısıyla öznenin herhangi bir düzeydeki bilgisizliği veya yanlış bilgisi onun nesne ile kurduğu ilişkinin kendisindedir, nesnede değildir. Yetmezliği objektif koşullara bağlamak bilginin nesneye içkin olduğunu kavramamaktır. Koşulları kavradığımız ve dönüştürebildiğimiz oranda koşulların özerkliğini sınırlamış oluruz. Aksi halde aynı koşullar hükmünü sürdürür ve bizim olayları sadece bu koşullarla açıklamamız kendimizdeki yetersizliğin farkında olmadığımızı gösterir. “Reel olan kafanın dışında, kendi özerkliği içinde, hem önce hem sonra var kalır; ve bu durum, kafa sırf spekülatif, yani teorik biçimde davrandığı sürece devam eder.” (Marx)
Biz spekülatif düşünmeye/davranmaya devam ettikçe bizim dışımızda kendi içinde var olan gerçeklik biz onu düşünmeden önce nasılsa, öyle var olmaya devam eder. Burada ne nesne ne de bizim nesne ile ilgili fikrimiz dönüşüme uğrar, ilişki öncesinde nasıldıysa sonrasında da öyle sürer. Özetle nesneyle ilişki bilme süreciyle sınırlandırılamaz. Pratik amaç nesnenin sürekli dönüşümüne odaklı olmalıdır. Zira nesnenin yasalarının gerçek bilgisi onun dönüştürülmesinden elde edilebilir. Bilgimiz “spekülatif” düzeyde olursa hiçbir ilerleme kaydedemeyiz… Buradan hareketle objektif koşullar ne olursa olsun –ki bize rağmen bizim dışımızda var olur- esas olan daima öznenin bu koşulları kavramada ve dönüştürmedeki yeterliliği veya yetersizliğidir. Objektif koşullar talidir ve etkileri sübjektif olanın yetersizliğine göre değişir. Bunu genelleştirebiliriz de nesne ile objektif koşullarla her ilişkimizi bu çerçevede değerlendirebiliriz.
Bu durumda İbrahim ve diğer komünist önderlerin varsa eksiklik ve hatalarının nedeni koşulları kavramadaki “spekülatif” fikirlerinde gizlidir. Bunlar elbette objektif koşulların etkilerinden vs. bağımsız değildir. Koşullarla ilgili yeterli bilginin azlığı, yaptığımız planların zaaflı ve başarısız olması koşullardaki bilginin yetersizliğinden değil (çünkü reel olan kendinde kendinin bilgisini bütün olarak barındırır, o kendisiyle ilgili tam bilgiye sahiptir, bu yüzden kendisi hakkında yanılamaz!) bizim onun bilgisine onu dönüştürecek düzeyde vakıf olmak için var olan olanağı kullanamamamızdandır. Onun hakkında sahip olduğumuz bilgiye uygun plan yapmamamız, yani bilgimizin onun dönüşümünü sağlamaktan uzak olduğunu görmememiz sübjektivizmdir.
Bizim sorunumuz bunların objektif olup olmaması değildir, çünkü bu bize rağmen objektif olarak vardır, bizim onu kabul etmememiz, düşünmememiz bunu değiştirmez. Bizim için objektif olan da son tahlilde sübjenin kavradığı kadardır ve devrimci eylemde belirleyici olan odur. Objektif, sübjektif olanı sübjektif onun sırrına eremediği için belirler, ama onun sırrına erebilecek olabilen de odur ve nesnenin bilgisi sır olarak kaldığı her durumda sübjektif olanın acziyeti objektif bir sorun olarak kalacaktır. Bizim sorunumuz da objektif olarak budur…
Doğa-İnsan Çelişkisi Kapitalizmle Sınırlanamaz!
Şimdi Ş. ATAKAN’ın “eksiklik-hata” olarak tanımladığı sorunları somut olarak tartışalım.
Kaypakkaya, Ş.ATAKAN tarafından ekoloji ve cins çelişkisini temel, stratejik meseleler olarak programatik düzeyde ele almadığı için eleştiriliyor ama hiçbir kanıt üzerinde durmuyor, sadece “ben bunları böyle görüyorum İbrahim böyle görmediği için yanlış yapmıştır” diyor. Yani bu meselenin temel/stratejik olduğuna inanmış olmasını doğru fikrin tartışmasız kıstası yapmış, bizim de kendisine inanmamızı istiyor.
Bugün, geçmişe nazaran cins ve ekoloji çelişkileri daha derin ve belirgindir. Bu gerçeklik bütün ağırlığıyla toplumsal yaşamda-ilişkilerde dışa vurmaktadır. Bu durumdan kapitalist-emperyalizmin sorumlu olduğu bir gerçektir. Sınıflı toplumların tarihiyle birlikte ele alınmaları mümkünse de bu sorunların böylesine yakıcı düzeye varmalarında kapitalizmin katkısı hiçbir dönemle ve sistemle kıyaslanamaz. Zira bu sistem egemenleştikçe gerici ne varsa, geçmişten kalan ne varsa biçimlendirip sürdürme eylemindedir. Peki ama; bu sorunların daha görünür, dolayısıyla daha kavranır olmaları ve bunları temel alan hareketlerin gelişmesi temel çelişkiler kategorisinde değerlendirmeleri için bir ölçüt olabilir mi? Temel çelişkiler (daha doğrusu başlıca çelişmeler) devrim sürecinin gidişatını belirleyen, etkileyen esas nitelikteki çelişkilerdir ve devrimlerin özünü belirlerler. Bu anlamda doğrudan toplumsal üretim ilişkileriyle ilgilidirler. Ezen ve ezilen sınıf karşıtlıklarının derecesiyle, toplumsal düzeyi üretim ilişkilerinin sonucudur. Devrimi hedefleyen her hareket buna engel olan üretim ilişkilerini ve devrimi gerçekleştirecek sınıfları tahlil ederek belirler. Başlıca çelişmelerin ölçütü genel olarak bunları içerir.
Ekoloji sorunu en genel haliyle kapitalizmde zirveye ulaşmıştır. İnsanlığın ciddi tehlikelerle ve tehditlerle karşı karşıya olduğu da ortadadır. Ancak tartışmamız gereken bu sorunun devrimin seyrini temel niteliklerini etkileyip-etkilemediğidir. Bu “çelişki” çözüldüğünde –ki insanlığın doğa ile ilişkisi farklı düzeylerde ama her zaman sorun üretmeye devam edecektir- devrimin niteliği bundan nasıl etkilenecektir? Devrimi belirleyen çelişkilerinden biri olarak bu sorun diğer çelişkileri nasıl ve hangi düzeyde etkileyecektir? Tartışmamız bu soruların yanıtları üzerinde olmalıdır.
Her şeyden önce ekoloji sorunu toplumsal üretimin/sistemin karakteri ile doğrudan ilgilidir. İnsan için maddi hayatının üretimi ve sürdürülmesinin tek kaynağı doğadır. Doğa insan hayatının ambarıdır. İnsan, hayatını üretmek, kazanmak için doğa üzerinde farklı tasarruflarda bulunur, doğayı ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürür. Bu aynı zamanda doğa/madde üzerine üretici güçlerin gelişimine hizmet eden bilgimizin, deneyimimizin niteliksel dönüşümüdür. Doğa ile aramızda onun yasalarını bilmekten ve bu dönüşümü sağlayacak teknik olanaklardan yoksunluk nedeniyle çeşitli sorunların baş göstermesi kaçınılmazdır. Bu, insanlığın yaşamı boyunca devam edecek bir çelişkidir. Ancak şu da bir gerçektir ki emperyalist-kapitalizm kadar hiçbir sistem doğaya bugün yaşadığımız düzeyde zarar vermemiş, onu canlı-cansız varlıkların aleyhine yıkıma uğratmamıştır. O ne kadar doğa ile ilgili bilgimizin sınırını genişletmişse bundan daha fazla böyle bir yıkıma sebep olacak tarzda doğa üzerinde tasarrufta bulunmuştur. Çünkü emperyalist-kapitalizmin sermayesini genişletmekten, kârını artırmaktan başka hiçbir şeye değer vermez. Onun için her şey ancak kâr sağladığı oranda değerlidir. Gölgesinden yararlanamadığı ağacı keser! O her şeyi özel mülk edinmeye, her şeyden kendi hesabına yararlanmaya bakar. Hiçbir şey onun için sermayesinden/kârından kutsal değildir. Doğa da onun bu çıkarlarını gerçekleştirmesine yaradığı ölçüde değerlidir. Bunun doğanın yıkımı pahasına olmasının hiçbir önemi yoktur. Ekoloji sorunu üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı toplumsal üretimin emekçilerin değil sermayenin çıkarına göre yapılmasından dolayı insanlığın aleyhine olacak biçimde yıkıcı bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yıkımı durdurmanın buna neden olan kapitalizmin yıkımından başka bir yolu olmadığını bilmek gerekir. Bu da bize ekoloji sorunun çözümünün emekçilerin ve doğanın yararına olmayan kapitalist üretimin tasfiyesinden geçtiğini gösterir. Kısacası özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi bu yıkımın önüne geçmenin koşuludur. Dolayısıyla bu mülkiyeti temsil eden sınıfları hedeflemek, insanın doğayla ilişkisini temelden düzenlemeyi de içeren bir üretimi egemen kılmak bu sorunun çözüm yöntemidir. Yani ekoloji sorununu çözmek için doğa ile ilişkiyi temelden değiştirmek gerekir. Bu da devrimi gerektirir. Buradan ekoloji sorununu başlıca çelişmeler arasında düşünmenin yanlışlığını görebiliriz.
Doğa İle Spekülatif İlişki Kurulamaz!
Konunun bir başka boyutu da şudur: Başlıca çelişmeler devrime karşı ve taraf olan sınıflardan hareketle toplumsal ilişkiler üzerinden belirlenir. Doğa ile çelişki bu zeminde ele alınamaz. Örneğin, teknoloji ile insan arasındaki sorun boyutu ne olursa olsun başlıca çelişki olarak ele alınamaz ya da yapay zeka, robot teknolojisinin gelişimi üzerinden bunu hedefe koyamazsınız; çünkü üretimi ve toplumsal ilişkileri dönüştürmek için nesneleri; doğayı değil toplumsal ilişkileri ve sınıfları konu etmek zorundayız! Devrimin önünde engel olan üretim araçları, nesneler vs. değildir, insanlardır, sömürücü sınıflardır. Bütün bu toplumsal ilişkileri belirleyen bu sınıflardır. Devrim bu ilişkilerin dönüştürülmesidir. Söz konusu ilişkileri ortadan kaldırmak için bu ilişkileri üreten üretim tarzını ve sınıfları tasfiye etmek gerekir, onların denetlediği üretim araçlarını, tekniği-teknolojiyi değil.
Ekoloji sorununun önemli bir sorun olduğu doğrudur; ama temel çelişkiler arasında değerlendirilmesi doğru değildir. Sorun temel çelişme olarak konduğunda doğa, üretim ilişkilerinin ve sınıfların karşısına bir özne olarak konulmuş olur! Doğa, üretim ilişkilerinin tarafı olan bir güç/özne değildir. O, üretim ilişkilerinin nesnesidir. Dolayısıyla bu ilişkilerde devrim yapmakta bir rolü yoktur. Burada doğayı temsilen doğacı güçleri bir özne olarak düşünmek de durumu değiştirmez. Doğanın temsil edilmesi tümüyle spekülatiftir; bu role soyunanların kendileri de doğa aleyhinde üretimde bulunmadan, onun aleyhindeki üretimin dışında kendilerini gerçekleştiremezler. Bunun aksi bir iddia kendini doğaya teslim etmek, yani doğaya hiçbir biçimde müdahale etmeden yaşamak iddiası olur. Doğanın dengesini, biçimini değiştirmek kaçınılmaz bir toplumsal yaşam şartıdır. İnsanlığın gelişimi, doğayı kendi yaşamını üretmek üzere dönüştürmeye dayanır. Kendini ekolojist olarak tanımlayanlar doğanın saf ürünü/bilinci değildirler, bu gelişimin sonucudurlar. Herhalde bugünkü yaşam ve bilinç düzeyini reddedip insanın başlangıçtaki ilkel, aciz haliyle doğada yaşamayı savunmuyorlardır! Bu kesimler için sorumuz daima şu olmalıdır: Toplumsal üretim ilişkilerinin hangi tarafındalar, hangi sınıfları, üretim tarzını-ilişkisini temsil ediyorlar? Eğer bütün ilişkilerin doğaya tabi şekilde örgütlenmesini savunuyorlarsa en saf halimize dönmemizi salık vermekten başka bir şey yapmamış oluyorlar. Eğer doğa üzerinde insanlığın çıkarı doğrultusunda tasarrufta bulunmanın gereğini yadsımıyorlarsa o zaman özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini savunmaları gerekir. Bunu yapmadan salt doğacı bir anlayışla hareket etmeleri karşı çıktıkları şeyler tarafından belirlenmelerini engelleyemez.
Doğayı temsil eden bir özne olmak iddiası da saçmadır. Çünkü bir özne olarak kavrandığında doğa için de diğer her şey nesnedir! Nasıl ki doğa özne için bir nesne ise özne de doğa için bir nesne görünümündedir. Doğayı bir özne olarak konumlandırdığınızda onun için nesne pozisyonuna düşer, onun her türlü tasarrufuna tabi olmayı kabul etmiş olursunuz. Biliyoruz ki hiçbir toplumsal yaşam böyle örgütlenemez!
İnsanın doğaya içkin olduğunu düşünürsek o zaman doğa-insan çelişkisini doğanın kendisinde, kendi çelişkisi olarak tanımlamak lazım. İnsan doğanın ürünü ise onun karşısında onun çelişkisini bir özne olarak ortaya koyması doğanın doğasının yadsınmasıdır!
Doğa ile insan arasındaki çelişki insanın doğayı kendisi için dönüştürmeye başladığı, doğayı üretiminin nesnesi yaptığı andan itibaren vardır ve bu ilişkisinin sonlanacağı ana kadar sürecektir. Bu çelişmeyi bir sistemle, toplumsal ilişkiyle açıklamak ve insanın bir noktada ortadan kaldırabileceği bir çelişme olarak düşünmek yanıltıcıdır. Doğayı kendi haline bırakmayacağımıza yani onun üzerinde üretim yapmaktan vazgeçmeyeceğimize göre bu çelişki de sürecektir. Üstelik eğer mevcut bilgi ve deneyimle yetinerek “çelişkisiz” bir ilişki –ki bu olanaksızdır- düşünüyorsanız doğanın/maddenin sahip olmadığınız bilgisi nedeniyle ona ve tabi ki insana da zarar vermek kaçınılmazdır! Çünkü eksik-yanlış bilgi ile yapacağınız her müdahale doğa aleyhine, yapmayacağınız her müdahale de doğanın insan aleyhine sonuçlar üretmesine neden olacaktır.
Diğer her şeyden ayrı düşünülürse doğa ile insan arasındaki çelişki bir temel çelişki olarak ifade edilebilir. Bu çelişkinin çözümü doğanın dönüştürülmesidir. Bunun bir sonucu olacak mıdır? Kuşkusuz olacaktır; ama bu bir toplumsal devrimle olmayacaktır. Toplumsal devrim doğa ile ilişkimize biçim verecektir, fakat doğa-insan çelişkisi toplumsal devrimin hedefi değildir. Temel çelişkiler her durumda verili toplumsal üretim ilişkilerinde karşı karşıya gelen sınıfların mücadelesinin konusudurlar. Temel çelişmeleri tanımladığımızda devrimin önünü açan ve kapatan temel/belirleyici düzeydeki çelişkilerin taraflarının birbiriyle nasıl karşı karşıya geldiğini ve birbirini nasıl alt edeceğini somutlaştırmış oluruz. Doğa-insan çelişkisinde ise nesne ile öznenin bitmek bilmez soyut bir karşıtlığı üretilmektedir. Aslında özneyi nesnenin bilinci olarak alırsak doğa kendine karşıtlığı kendinden üretmiştir diyebiliriz. Bunu doğanın kendine karşı kendindeki savaşı olarak da tanımlayabiliriz. Hatta bunu kendi temel çelişkisi olarak düşünmemiz de abes olmayacaktır… Ekoloji sorununu temel çelişki tanımlayarak aslında ya insanın doğayı ya da doğanın insanı inkarını savunmuş, bunlardan birinin diğerini yadsımasını, tasfiye etmesini belirlemiş oluyorsunuz. Temel çelişinin çözümünde çelişkinin taraflarından birinin ortadan kaldırılması amaç olduğuna göre bu amaç burada kim tarafından gerçekleştirilecektir? İnsanın doğanın ürünü, parçası olarak doğa ile bütün organik ilişkisini/hayatını hedef almaya, olumsuzlamaya da varabilecek bu anlayışın spekülatif bir özelliğe sahip olduğu açıktır. Bu anlayışı savunmamız mümkün değildir.
Sonuç olarak insanın, parçası olduğu doğa ile ondan sürekli koparak bir “savaş” verdiği kesin bir gerçekliktir; ama insanın insanla olan “savaş”ı toplumsal ilişkiler düzlemindedir ve komünistlerin amacı toplumsal ilişkiler düzlemindeki çelişkilerin çözümüdür. İnsanın insanı, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmesi-sömürmesi toplumsal ilişkilere dahildir. Böyle olduğu için insanın doğa ile ilişkisi de yıkıcı ve kötürümdür. İnsanın insanla ilişkisindeki mevcut sınıflara dayalı durum ortadan kaldırıldığında doğa ile sağlıklı ve özgürleştirici bir ilişkinin koşulu yaratılmış olur. Bu durumda insanın insan üzerindeki sınıfsal egemenliğinin yerini doğaya egemen olma (doğanın yasalarına vakıf olarak insan ihtiyaçlarının üretilmesi, doğa ile bilinçli temelde bütünleşme!) amacı olacaktır… İbrahim dahil bütün komünist önderlerin ekoloji sorununu “temel-stratejik” bir çelişkileri olarak ele almamaları onu kendi başına toplumsal ilişkileri belirleyen bir sorun olarak görmemelerinden ileri gelir. Ş. ATAKAN bunu “eksiklik-hata” olarak ifade etmekle Marksizm’in içinden çıktığı toplumsal süreci pek de anlamamış olduğunu göstermiş oluyor. Onun bu yanlış yaklaşımının koşulların neden olduğu yanılsamaya bağlayabiliriz! Zira post-modern dünya “yeni koşullar” üretiyor; her sorunun veya çelişkinin bütünden bağımsız, özellikle de sınıflar arasındaki çelişkilerden bağımsız ve ayrı kavranabileceğine, hatta önemli derecede çözülebileceğine ikna eden hareketler, akımlar günümüzde pek geçerlidir; daha ilginci bunlara egemen kurumlarca verilen onayın dikkate değer görülmemesi oluyor. Objektif koşulların, Ş.ATAKAN gibilerinin zihnini bu derecede, apaçık bir yönlendirmeyi bile göremeyecek düzeyde belirliyor olmasının tek açıklaması nesne ile ilişkilerindeki, idealizmi üreten sübjektivizmdir… İbrahim’in materyalist yönteminin lafzını değil özünü rehber aldığını söyleyen Ş.ATAKAN nesnel koşulların, kafasına göre tanımlayarak dönüştürülebileceğini sanıyor. Oysa onu kavramayan onun tarafından belirlenir. Burada da bu temel bilince ne kadar yabancı olduğunu da gösteriyor Ş. ATAKAN.
Gerek insan doğa ilişkisi gerekse de kapitalizmin neden olduğu tahribatı hakkında komünistlerin “eksiklikleri”nden söz edenler komünizmin kapitalizme üstünlüğünün insanı nihayet doğanın bir parçası olarak konumlandırması olduğunu kavramıyorlar. Komünizmde sadece sınıflar ve sınırlar yok edilmiyor bununla beraber insan “kendi sınıfsal doğası”nı da yok ederek doğanın bir parçası olduğu gerçeğine dönüyor ve oradan doğa ile olan çelişkisindeki dönüştürücü gücünü doğanın bir parçası olduğu bilinciyle, her türlü spekülasyondan kurtulmuş olarak ve kuşkusuz bugüne dek görülmemiş bir yaratıcılıkla ortaya koyacaktır.
“BİR”E KARŞI BİRLİKÇİLİK!
Sürekli hareket, diyalektiğin doğasını oluşturur. Hareketi oluşturan zıtlar sürekli olarak mevcut konumu bozmak ve korumak biçiminde; sonuçta mevcut birliği yadsımakla sonuçlanacak sürekli bir mücadele içindedirler. Mutlak olan bu mücadele nedeniyle birliği oluşturan zıtlar özü koruyarak, sonsuz bir statik ilişki-özellik içinde kendilerini sürdürmezler; bu anlamda salt birlik yoktur ve hiçbir birlik hali diyalektik düşünenler için nihai araç olamaz.
Diyalektik zıtların birliği ve mücadelesini; dolayısıyla bunların birbirine dönüşümünü ifade eder. Doğa ve tüm toplumsal hayat her bakımdan çelişmelerle dolu bir bütünlük olarak düşünülüp, her olgudaki özel/özgün niteliği kavradığımızda tüm süreçlerin de anlaşılması mümkün olur, olacaktır. Amacımız bu süreçlerin sonsuz hareketine vakıf olarak, pratiği dönüştürmek üzere analiz etmek ve dönüştürmektir.
Ş. ATAKAN birlik meselesini de kendi meşrebince ele alıyor ve buna göre bölünmeleri; ayrılıkları olumsuzluyor. “Birlik olmayı beceremediler” deyip birlik olmanın önemine dair tespitler yapıyor.
“En çok parti içi birlikten bahseden hareketlerden olmasına rağmen aşırı derecede bölünme ve ayrılıklar yaşanması gerçekten kabul edilebilir bir durum değildir…” Ş. ATAKAN
Ş. ATAKAN’ın ana fikri alıntıdaki gibi olan başka eleştirileri de var. Kendisi nerede yaşıyor bilmiyoruz ama dünyadan, dünyadaki komünist hareketlerin tarihinden bihaber düşündüğü tartışmasız. Durumun ne kadar vahim olduğunu göstermek istemiş olacak ki “aşırı derecede” vurgusunu özel olarak tercih ediyor. Onun için makul ölçü nedir bilmiyoruz ama bizim için ölçü ne kadar çok ayrılık olduğu değil bunları koşullayan süreçlerle beraber hangi temelde gerçekleştikleridir. Yoksa hayatın içindeki ölüm gibi ayrılık da birliğin kendisindedir. Bu konuda Mao’nun söylediklerini hatırlayalım:
“…Birlikten söz ettiğimiz anda ayrılık da mevcuttur; ayrılık mutlaktır. Birlikten söz ettiğimiz anda ayrılık devam etmektedir; … Durmadan bölünmez birlikten söz etmekten ve mücadeleyi ağzımıza almamak, Marksist-Leninist bir tutum değildir. Birlik, mücadeleden geçer ve sadece bu yolla sağlanabilir. Parti içinde, sınıflar konusunda ve halk içinde de bu geçerlidir. Birlik mücadeleye dönüşür ve yeniden birlik sağlanır. Sadece bölünmez birlikten söz edip mücadeleden ve çelişmelerden söz etmeden olmaz… Çelişmeler ve mücadele olmasaydı, dünya olmazdı, ilerleme olmazdı, hayat olmazdı, hiçbir şey olmazdı. Durmadan birlikten söz etmek ‘durgun bir göl’e benzer; cansızlığa yol açabilir. Birliğin eski temelini yıkmalı, bir mücadeleden geçmeli ve yeni bir temel üzerinde birleşmeliyiz… Birlik-mücadele-birlik…” (Mao, 2000, s. 68)
Birlik ayrılığın dışında, ondan bağımsız değil, onunla birlikte onun kendisinde bir karşıtlık olarak onda içkindir. Dolayısıyla ayrılık birlik kadar gerçekliğe aittir ve burada da niyetiniz değil gerçeğin kendisi belirleyici ögedir. Ş. ATAKAN birlikten çokça bahsedenlerin çokça ayrılık yaşamasını yadırgıyormuş! Oysa birlikten çok bahsetmek ayrılığın panzehri olamaz, ayrılığı engellemez. Herhangi bir birlik de yadırganacaksa eğer ayrılık olmaması yadırganmalıdır. Farklı fikirlerin/çizgilerin mücadelesiz birliği; dolaysıyla ayrılıkları içermeyen birlikler yadırganmalıdır. Mao “… Birlikten söz ettiğimiz anda ayrılık da mevcuttur; ayrılık mutlaktır, ayrılık devam etmektedir…” diyor, Ş.ATAKAN “Hem birlikten bahsediyorsunuz hem de aşırı derecede ayrılık yaşıyorsunuz” diyor! Temelden tezat iki farklı bakış açısı! Ona göre birlikten ne kadar çok bahsediyorsanız ayrılık da o kadar az olmalıdır, hatta hiç olmamalıdır. Çünkü birlik ayrılığı dışlar, birlikten bahsettiğinizde ayrılık gündemden düşer sanıyor. Ona göre birlik bölünmez olmalıdır, bu yüzden bölünmeyi birlikten bağdaştıramıyor. Bu birlik anlayışı “ne pahasına olursa olsun” birlik anlayışıdır. Onun bu birlik savunusu hem farklı fikirleri bölünmez birliği tabi kılmaya, yasaklamaya, bastırmaya varır hem de partiyi bir çelişki olarak düşünmediğinden, mücadeleyi dışlayan revizyonist liberal bir birliği savunmaya götürür. Liberal düşüncenin sekterizmle sonuçlanması veya sekter düşüncenin liberalizme yuvarlanması bu nedenle şaşırtıcı değildir!
“Yeni İskra, örgütlü herhangi bir partide, bölünmeden sakınabilmenin, azınlığın çoğunluğa tabi olmasından başka bir yolu düşünülebilirmiş gibi, parçalanmayı iki yüzlüce mahkum ediyor.” (Lenin, 1997, s. 164)
Aynı iki yüzlüce tavrı Ş. ATAKAN’da da görüyoruz. O bölünmenin nedenlerini, nasıl gerçekleştiğini vs. konu etmeden meseleyi tek taraflı ele alıp olumsuzlayarak bölünmeye engel olabileceğini sanıyor. Ş. ATAKAN’a göre bölünme istenmezse bölünme olmayacaktır! Lenin “azınlığın çoğunluğa tabi olması dışında” bölünmeyi engelleyen bir yol düşünememişti! Belli ki Ş.ATAKAN başka bir yol bulduğu/düşündüğü için bölünmeyi engelleme hikmetine sahip olduğu inancındadır. Bu inancı ne derecede kuvvetli bilmiyoruz; ama biliyoruz ki gerçekliğe dayanmayan inanlarla gerçeklik değiştirilemez.
Aynı inançla “… Genel devrimci hareketler içerisinde yaşanan tüm kopuşlar ve ayrılıklar ideolojik mücadele temelinde gerçekleşmemiştir…” demektedir. Ş. ATAKAN sadece bir partiden ya da Kaypakkaya’nın “ardılları”ndan değil “genel devrimci hareketler”deki “tüm kopuş ve ayrılıklar”dan hiçbirinin ideolojik mücadele temelinde gerçekleşmediğinden bahsetmektedir. Biz bütün kopuş ve ayrılıkların hangi temelde gerçekleştiği üzerinde durmayacağımızdan sadece genel bir yorumla yetinebiliriz. Dünya komünist hareketinin tarihinden öğrendiğimiz, her ayrılığın farklı fikirlerin/çizgilerin ideolojik mücadelesi sonucu gerçekleştiğidir. İdeolojik mücadelenin biçimi-niteliği tartışılabilir; ama bu her bölünmenin ideolojik özellikleri olduğu gerçeğini değiştirmez. Her bir bölünmenin farklı nedenleri/özellikleri vardır; ama hepsi son tahlilde ideolojik bir forma sahiptir.
Hangi biçimde olursa olsun her çizgi ideolojik bir karakter taşır ve kendilerini gerçekleştirmeleri sürecinde bu çizgiler politik ve örgütsel görünümler kazanırlar; bu görünümlerin hepsi ideolojik bir yansımadır. Özü olmayan biçim olmadığı gibi ideolojisiz çizgi de siyasi olay ve olgu da yoktur. Sadece bizde değil diğer ülkelerdeki KP’lerde yaşanan bölünmelerin temelinde farklı ideolojilerin kendini çizgi halinde gerçekleştirmeleri, mücadelesi söz konusudur. Bizdeki süreçlerde ideolojik mücadeledeki yetersizliğimiz, ideolojiyi somutlaştırmadaki eksikliğimiz burjuva çizgilere karşı daha sonuç alıcı ve bu anlamda süreçleri zayıflatsa da genel çizgimizde burjuva çizginin egemen kılınmak istenmesi ama bunun başarılamaması nedeniyle yaşanan kopmalar/tasfiyeler ideolojik mücadelenin kendisidir, sonucudur. Bu mücadelelerde ayrıca daha üst düzeyde birliklerin yaratılamaması gerçeği de vardır. Sadece tasfiyeler değil komünist çizginin gerçekleşerek gelişememesi de bu sürecin konusudur.
Ş.ATAKAN, bir yandan birlikten çokça bahsedilip aşırı ayrılık/bölünme olmasını olumsuzluyor diğer yandan ise İbrahim’i örnek almak gerektiğini salık veriyor. “Parti içerisinde doğru yanlış temelindeki ideolojik mücadelede referans ve üzerinden yükselerek sürekli izlememiz gereken halka, Kaypakkaya’nın yürüttüğü parti içi iki çizgi mücadelesidir.” (Ş. ATAKAN)
İbrahim’in örnek alınması, görüşlerinin doğru öğrenilmesine bağlıdır ki Ş.ATAKAN bu konuda okula yeni başlamış ama henüz aklı dışarıda bir öğrenciyi andırıyor. Ş.ATAKAN İbrahim’in birlik savunusu içinde olmasına rağmen ayrı parti kurduğunu biliyor olmalı. Komünistler halkın çıkarlarından ayrı, her şeye rağmen soyut bir birlik savunusu içinde olmazlar, İbrahim de olmamıştır. Onun nasıl bir birliği savunduğunu, gerektiğinde bölünmeden yana olduğunu şu görüşlerinden anlayabiliriz.
“Evet, biz birlik istiyoruz, en yüce amacımızdır bu. Ama nasıl bir birlik? Proletaryaya ve emekçi halka ihanet yolunda bir ‘birlik’ mi? Biz böyle bir ‘birlik’te yokuz. Böyle bir ‘birlik’ ne kadar bölünürse, o kadar iyidir. İhanetin elebaşları ne kadar tecrit edilirse, o kadar iyidir. Böyle bir ‘birlik’i baltaladığımız için revizyonist klik bizi ‘bölücük’le itham ediyorsa, biz böyle bir ‘bölücülük’ü severek kabulleniriz. Proletaryaya ve halka hizmet yolunda bir birlik mi? Biz böyle bir birliği candan arzuluyoruz. Bu birliği baltalayanların en amansız düşmanlarıyız. Burjuva önderliğe karşı yürüttüğümüz mücadelenin bir sebebi de, onun böyle bir birliği sürekli olarak baltalamasıdır; revizyonizm yolunda, yani halka ihanet yolunda bir ‘birlik’ istemesidir.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 444)
İbrahim’in birlik anlayışı ile onu referans aldığını söyleyen Ş. ATAKAN’ın birlik anlayışının aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? İbrahim proletaryanın-halkın çıkarına bir birlikten bahsederken Ş.ATAKAN “her şeye rağmen birlik” anlayışındadır. İbrahim gerektiğinde komünistlerin birliği zemininde “bölücü” olmayı savunuyor, ŞİAR’sa bölünme olmasın da ne olursa olsun düşüncesinde. ŞİAR mutlak, bölünmez bir birlik tasavvur ediyor, İbrahim mutlak olanın mücadele olduğunu ve her şeyin bölünebilir olduğunu ortaya koyuyor. ŞİAR ikiyi bir yapmaya çalışıyor İbrahim’de iki “bir”in kendisidir! ŞİAR birlik yaparak zıtlar oluşturuyor, İbrahim’de zıtlar birlik halindedir. ŞİAR birlik-birlik-birlik diyor, İbrahim birlik-mücadele-birlik diyor.
İki Çizgi Mücadelesi ve Monolitik Parti
“…Bugüne kadar AEP’çi çizgi ve onu referans alan hareketleri tekçilikle eleştirmesine karşın ondan kalır yanı olmadığını görüyoruz…” “… sözde yüz çiçek açsın yüz fikir akımı tartışsın yaklaşımının tam tersi yönde daha fazla tekçi (monolitik) bir anlayış ve çizgi statükosu ve yönelimi içerisinde olduğunu görüyoruz…” (Ş. ATAKAN)
Ş. ATAKAN tekçi/monolitik parti anlayışını olumsuzladığına göre düalist parti anlayışından yanadır! Komünist olmanın önemli kıstaslarından biri KP anlayışıdır. Bütün komünistler için KP’nin monolitik olduğu tartışmasızdır. Bunu inkâr eden biri komünist olamaz. Bu bütün KP’lerin demokratik merkeziyetçilik temelindeki ilkesel özelliğidir. Bütün komünist ustalar/önderler KP’nin homojen olmasını belirleyici bir özellik olarak ifade ederler. “…biz Rus sosyal-demokratları birleşmek ve bütün çabalarımızı, devrimci sosyal-demokrasinin yekpare bayrağı altında mücadele eden güçlü bir parti oluşturmaya yöneltmek zorundayız…” (Lenin, 1993, s. 17-18) “Rus sosyal-demokratları arasında egemen olan kargaşayı ve kafa karışıklığını ortadan kaldıracak sıkı bir ideolojik birlik yaratmak gereklidir; bu ideolojik birlik, bir parti programıyla pekiştirilmelidir.” (Lenin, 1993, s. 18)
Lenin grupların/fraksiyonların birliğinden ibaret bir birliği olumsuzlayıp yekpare partiyi savunduğunda Ş. ATAKAN’ın eleştirdiği tekçi/monolitik anlayışı geliştirmeye çalışmıyor muydu? O ideolojik birliği pekiştirmek için kargaşayı, kafa karışıklığını ortadan kaldıracak sıkı bir birlikten yanayken Ş.ATAKAN bu yöndeki çabaları olumsuzluyor.
“…Bolşevikler partiyi asla, bir an için bile, bir tek iradeye sahip olan ve çalışmalarında tüm düşünce nüanslarını bir tek pratik eylemler akımında birleştiren homojen bir örgütten, yekpare bir örgütten başka bir şey olarak düşünmemişlerdir.” (Stalin, 1990, s. 35) Tek iradeli yekpare/homojen parti anlayışıyla hareket ettiğimiz için Ş. ATAKAN kendimizle, “yüz çiçek açsın yüz fikir akımı tartışsın” yaklaşımıyla, iki çizgi mücadelesi teorisi ile çeliştiğimizi ileri sürüyor. Bir kez daha MLM teoriye yabancılığının, diyalektiği anlamamış olmanın kurbanıdır Ş.ATAKAN…
Monolitik parti anlayışı ile iki çizgi mücadelesinin bağdaşmaz olduğu fikri sıklıkla karşılaşılan yanlış bir fikirdir ve Ş.ATAKAN da bu yanlış fikre sahiptir.
Öncelikle şunu belirtelim: AEP’çi parti anlayışına yönelik eleştirilerimiz AEP’in iki çizgi mücadelesine saldırılarını içerir. Bu saldırıların temel argümanı iki çizgi mücadelesi teorisinin KP içinde burjuva çizgiyi, dolayısıyla burjuvaziyi meşrulaştırdığı iddiasıdır. Buna göre iki çizgi mücadelesi KP’de burjuvazinin de örgütlenmesini, burjuva anlayışlara izin vermeyi savunur, gelişmeyi buna bağlar. İki çizgi mücadelesinin bu biçimde çarpıtılması onun M-L komünist partisi anlayışına aykırı olduğu iddiasını getirir ve AEP özellikle Stalin’den hareketle, “uydurduğu” bu argümanla Mao’ya saldırır. Stalin’in monolitik, yani tek merkezli-güçlü bir parti anlayışından yana olduğu halde Mao Zedung’un bunu reddettiği, komünist partisinde burjuvazinin de yeri olduğunu ileri sürdüğü söylenir. Oysa iki çizgi mücadelesi monolitik partinin kendisinde gerçekleşir; tek merkezli, güçlü komünist partilerinde komünist çizgi egemendir ve bu çizgi sürekli olarak, komünizme doğru gelişmeli ve gerçekleşmelidir. Komünist çizginin bu hareketi (gelişimi ve gerçekleşmesi) KP içindeki sürekli mücadelenin konusudur. Her tartışma, her eylem, her karar, her gruplaşma, her tasfiye, her itiraz vs. bu mücadeleyi içerir… Monolitik bir yapının vücut bulması bu mücadelenin niteliğine bağlıdır. Böyleyse eğer iki çizgi mücadelesinin monolitik parti anlayışına aykırı olmadığı söylenmelidir. Hatta özellikle monolitik bir parti niteliği kazanmak bakımından iki çizgi mücadelesinin kavranması ve bilinçli bir şekilde uygulanması savunulmalıdır. Mao Zedung’un yekpare, homojen, tek merkezli parti olmanın temel ilkesi olarak demokratik merkeziyetçiliğe bağlılığının tartışılmaz olduğu kesin olarak bilinir. Mao’nun bu konudaki görüşleri ve genel tutumu açıktır ve Lenin ve Stalin’in görüşleriyle tamamen uyum halindedir. Bununla beraber Mao’nun proleter devrim, proletarya diktatörlüğü ve komünizm için mücadele hakkındaki görüşleri ve genel tutumu da açıktır ve gene Lenin ve Stalin’in görüşleriyle tamamen uyum halindedir. Bunların aksini ispatlamak veya dürüst bir tutumla açıklamak olanaksızdır. Olsa olsa AEP’çi anlayışların çarpıtma tarzıyla bunların aksi gündemleştirilebilir. Geçmişte de sadece bu yolla gündemleşebilmiştir. Mao’nun iki çizgi mücadelesi anlayışı da onun komünizm için geliştirdiği mücadelenin ve birikimin bir ürünüdür. Bu bakımdan Lenin ve Stalin’de somutlaşan KP anlayışıyla hiçbir noktada çelişmez. Tam aksine onların aynı anlayışını derinleştirir, geliştirir. Diyebiliriz ki iki çizgi mücadelesi kavrandığında komünist partisine komünizm doğrultusunda yön vermek daha da mümkündür; çünkü o tam da bunun için geliştirilmiş bir teoridir. Özetle şöyle ifade edebiliriz bu teoriyi: Sınıfsız bir toplum için mücadele sınıflı toplumlar gerçekliğinde yaşanmaktadır; bu nedenle komünist hareket sürekli olarak sınıflı toplum ile sınıfsız toplum çelişmesinin içindendir. Sınıflı toplumun yansıması olan burjuva çizgi sürekli olarak komünist hareketin karşısındadır ve komünistler buna karşı sürekli mücadele etmek zorundadırlar. İki çizgi mücadelesi bu zorunluluğun bilince çıkarılması ve dönüştürülmesi için gerekli bir teoridir. Partinin de bir çelişme olarak kavranmasını içeren bu teori Mao Zedung’a aittir; onu KP anlayışı bakımından Stalin’den ve diğer usta komünistlerden ayıran budur, sadece budur!
“… Bugüne kadar AEP’çi çizgi ve onu referans alan hareketler tekçilikle eleştirmesine karşın…” derken Ş. ATAKAN iki çizgi mücadelesinin çarpık anlaşılmasına hizmet ediyor ve bizim AEP’çi anlayışa yönelik eleştirimizin özünü de anlaşılmaz kılıyor. Maoist parti anlayışı “tekçilik”le uyum halindedir, çünkü tekçilik bilimsel olandır. Mao Zedung’un “tekçilik” konusunda farklı düşünmediğini “tam” olarak göstermek için onun Engels’in diyalektiğin üç kategorisinden söz etmesine yönelik eleştirisindeki bir ifadeyi hatırlatmak yeterli olacaktır: “Engels üç kategoriden söz etmişti; ama bana sorarsanız bu kategorilerden ikisine inanmıyorum (…) Nicelikle niteliğin birbirine dönüşmesini, yadsımanın yadsınmasını ve zıtların birliği kanununu aynı düzeyde yan yana koymak <tekçilik> (monizm) değil, ‘üççülük’tür. En temel şey zıtların birliğidir.” (Mao, 2000, s. 327)
Mao burada diyalektiğin üç kategorisi olduğunu düşünmenin tekçilikle uyumlu olmadığını, bunun hatalı bir düşünce olduğunu ortaya koyuyor. Bu bilimsel bir yaklaşımdır: doğru bir tanedir, çünkü pratik bir tanedir, gerçeklik tektir; onun hakkında sayısız teori olabilir, ama onu ona en yakın biçimde (tam olarak olması olanaklı değil) açıklayan teori bir tane olabilir. Bu nedenle bilimsel teoriler tektirler! Mao “ ‘tekçilik’ değil ‘üççülük’tür” derken üç kategori sıralamanın bilimsel olmadığını vurgulamaktadır… Bilimi temel alan, dolayısıyla bir “monist” olan Mao’nun teorize ettiği “iki çizgi mücadelesi”nden hareketle “AEP’çiliğin tekçiliği”ni eleştirdiğimiz iddiası bu nedenle hatalıdır, dahası yanlıştır. “AEP’çiliğin tekçiliği”ni değil, tekçiliği iki çizgi mücadelesinin karşısına koyan, buradan hareketle partiyi bir çelişme olarak kavramaktan uzak, monolotik partinin gelişim dinamiğini reddeden, “mono”nun da bir zıtlık olduğunu, kendinde kendisi olmayanı barındırmayan hiçbir şey olmadığını anlamayan AEP’çiliği eleştirdik. İki çizgi mücadelesini parti içi demokrasi sorunu olarak tartışan ve KP’de burjuvazinin meşrulaştırılması olarak eleştiren AEP’çi çarpıtmayı eleştirdik. Bu ikisinin birbirinden tamamen farklı şeyler olduğu tartışmasız bir biçimde açıktır.
Ş. ATAKAN iki çizgi mücadelesini partide burjuva çizgiye veya çizgilere izin ve hatta olanak veren bir teori olarak kavrıyor olmalı ki “bölünmeleri” bu teorinin “uygulanmaması” olarak değerlendiriyor. Oysa “bölünmeler” iki çizgi mücadelesini savunmak veya savunmamakla ilgili değildir. İki çizgi mücadelesi savunulmasa da, eğer komünist çizginin varlığı söz konusuysa bu mücadele vardır, gerçekleşir; tıpkı “ölümü reddetsek de ölüyor olmamız” gibi! Ölüyor olmamızın nedeni ölümü düşünüyor olmamız değildir, iki çizgi mücadelesinin de nedeni ikinci çizgiye veya çizgilere izin vermemiz değildir. Dolayısıyla parti içi farklılıklar, parti içinde hizipler ve nihayet bölünmeler de izin vermekle, iki çizgi mücadelesini savunmak ama uygulayamamakla ilgili değildir. Bütün bunlar doğru siyasetler uygulamakla ilgilidir. Eğer doğru siyasetler belirleyip uygularsanız esas olarak birleşirseniz, gelişerek, güçlenerek birliğinizi güçlendirirsiniz; bölünme de olsa sağlamlaşır ve ilerlersiniz. Yanlış siyasetler ise esas olarak bunun tersine neden olur. Bu nedenle komünistler birliği de, bölünmeyi de somut olguları, doğru siyasetleri temel alarak tartışırlar. Ş. ATAKAN ise bölünmeyi “farklı çizgiye izin vermemek”, “tekçiliği dayatmak”, “tekçilikte AEP’çi çizgiden aşağı kalır olmamak”, “daha fazla tekçi bir anlayış ve çizgi statüko”culuğu geliştirmek vb. şeylerle açıklıyor; daha doğrusu açıklamayıp ilişkilendiriyor. Üzerinde durup bu bölünmelerin analizine girişse bu ilişkilendirmeyi somutlaştıramayacağından eminiz. Çünkü hiçbir bölünmenin nedeni bunlar değildir. “Parti içi demokrasi olmadığı için” yaşanmış bir bölünme olmadığı gibi komünistlerin partide farklı çizgilere izin vermek, merkeziyetçiliği gevşetmek, tekçilikten ödün vermek gibi bir anlayışı da olamaz. Bölünmeler en nihayetine azınlığın çoğunluğa uymama “hakkı”ndan doğmuştır; demokratik merkeziyetçilik ilkesinin çiğnenmesinde ısrar edildiğinde bölünme kaçınılmazdır. Çoğunluğa uymama hakkını kullanan hiçbir kişi veya grupla birliği sürdürmek olanaklı değildir; bu durumda birliği o gruba dayatmak onun “kendi yolunda yürüme özgürlüğü”nü tanımamaktır. Onun kendi yolu “halk için mücadele” de olabilir, “burjuva bataklık” da olabilir; her ne olursa olsun bu hakkını kullanmak isteyen için komünist parti tüzüğü açıktır: Partiye üyelik gönüllülük esasına dayanır! Ş.ATAKAN “bölünmeler”i, genelleştirip yüzeysel ve bilindik “atma-atılma spekülasyonu” içinde değerlendiriyor. Böylece komünist partilerine; ama özellikle de Stalin’e yönelik en çirkin çarpıtmaların ve saldırıların da kaynağı olan yaklaşımı benimsediğini; bu bakımdan tam bir revizyonist gibi, bir burjuva gibi düşündüğünü gösteriyor. “Bölünmelerin kabul edilemediği” tipik bir küçük burjuva yorumdur. Hiç şüphesiz bir bölünme görünürde zayıflamadır; ama salt görünüre bakarak değerlendirme yapılmamalıdır, içerik de analiz edilmelidir. Ş. ATAKAN buna yoğunlaşırsa konu ettiği bölünmelerin demokratik merkeziyetçilik ilkesi ile ilgili olduğunu görebilir ve bu ilkenin de ideolojik bir duruşa denk geldiğini; demokratik merkeziyetçilik ve azınlığın çoğunluğa uyması ilkelerinin sonuçta komünist çizgiyi güçlendirdiğini, bu nedenle komünistlerin ideolojik bakımdan bu ilkelere tutarlı bir biçimde bağlı olduklarını görecektir. İbrahim’in TİİKP içindeki mücadelesi ve bunun kopmayla sonuçlanmasının özünde bu ilkeler vardır. Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerin, bu ilkelere uymamaları nedeniyle Menşevikleri parti dışı ilan ettikleri de iyi bilinen bir başka örnektir…
Ş. ATAKAN’ın yazdıklarında karnından konuşma halini görüyoruz. “Düşünce ve ifade özgürlüğü”nün bu kadar kötüye kullanılması düşünceye haksızlık/saygısızlıktır! Mao boşuna “araştırma-inceleme yapmayanın söz hakkı yoktur” dememiş, çünkü böyleleri boş konuşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ş. ATAKAN’ı okurken Mao’nun bu sözünün ne derecede yerinde olduğunu bir kez daha anladık…
Başka bir yerde şöyle diyor: “Parti içi iki çizgi mücadelesi argümanını elden düşürmezken, ne yazık ki farklı ve muhalif fikirlere yaklaşımlarında, ciddi olarak bundan uzaklaşma durumunda olduklarını görüyoruz.”
Parti içi iki çizgi mücadelesi adı üzerinde bir mücadeledir; farklı fikirlerin/çizgilerin egemenlik kurmak üzere birbirlerine karşı mücadelesidir. Bundan uzaklaşmakla eleştiriliyorsak farklı fikirlere/çizgilere karşı mücadele etmiyoruz demektir. Bu durumda farklı fikirleri bastırma, onlara hayat hakkı tanımama eleştirisi de boşa çıkıyor. Ş.ATAKAN kendi kendini yalanlıyor. “Zaten gülünçken, bu denli gülünç olmak hiç hoş değil.” (Herakleitos, 2014, Fragman 130)
Farklı fikirler bizim iznimize tabi olarak oluşmaz, türemezler. Bu fikirler bize rağmen, biz hangi tedbiri alırsak alalım, hangi yasağı uygularsak uygulayalım zuhur ederler. KP, sınıflı toplumun ürünü çelişkili bir birlik olduğundan proleter fikirlerin karşıtı fikirler, partinin kendisinde, başından itibaren, aynı zeminde ürerler. Dışarıdan, sonradan veya bir dönemle sınırlı partiye sızmış değildir. Parti toplumun dışında-üstünde, kendini onun her türlü zararlı etkilerine/fikirlerine karşı izole etmiş olarak sadece komünist fikir üretmez. Birlik çelişki ise çelişki karşıtların birliği ise çelişkili birlik olan partiyi çelişkinin sadece bir yönü ile düşünmek eksiklik olacaktır. Parti, komünist fikrin üretildiği izole bir üretim üssü olarak partiye dışarıdan saldıran aykırı fikirlere karşı savunulacak bir “kale” değildir. Parti “dışa” kapalı değildir, “dış”ın içindedir, dolayısıyla onu “dış”ın dışında, dışa karşı koruma niyeti-amacı onu kendi gerçekliğinden, kendinden soyutlamaktır, kendi nedeninin üstünde bir neden haline getirmedir. Dogmatik, mekanik kavrayışın/düşüncenin bir biçimi olan bu yorumun farklı fikirlere dışarıdan sızan-saldıran düşmanlar muamelesi yaparak sol sekter tutumlar geliştirmesi kaçınılmazdır.
Farklı fikirlere yaklaşımımızı olumsuzlayan Ş.ATAKAN anlaşılan “aşırı derecede”ki bölünmelerin bununla açıklanabileceğini düşünüyor. Bize kendisinin savunduğu türden burjuva fikirlere sessiz kalmamızı, onlarla kardeş kardeş yaşamamızı salık veriyor üstü örtülü, “yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı yarışsın” anlayışını da böyle kavrıyor. Bugüne kadar farklı fikirleri nedeniyle hiç kimseyi partinin dışına çıkarmadık ama farklı fikirleri savunanların da birlik içinde kalarak fikirlerini savunma iradesini-basiretini gösteremediklerini belirtmeliyiz. Çünkü onlar genellikle proleter fikirlere/çizgiye karşı kendi fikirlerine “aşır derecede” güvensizdirler!
Savunduğu “birlik” anlayışından Ş. ATAKAN’ın bu konuda revizyonist bir görüşe sahip olduğunu anlıyoruz. “Yüz çiçek yüz fikir” anlayışı farklı fikirlerin birbirleriyle mücadelesini içerir. Söz konusu fikir mücadelesi olduğunda komünistler fikirlerin zorla, idari yöntemlerle bastırılmasından yana değillerdir. Bütün burjuva fikirlerle proleter ideolojiye duydukları güven içinde mücadele ederler ve onları alt edeceklerinden kuşku duymazlar. Bu kaygılar revizyonistlerde, oportünistlerde görülür…
Diğer yandan Lenin’in söylediği ve her KP’nin temel aldığı gibi KP bir tartışma kulübü değildir. Komünist partinin bu konudaki anlayışı en yalın, en güçlü ve net biçimde Stalin’in şu sözlerindedir: “Birliğinden ve demir disiplininden güç alan bir parti olmaksızın, proletarya diktatörlüğünü kurmak ve devam ettirmek imkânsızdır. Ama irade birliği olmadan, bütün parti üyelerinin tam ve koşulsuz eylem birliği olmadan, partide demir disiplin düşünülemez. Kuşkusuz ki bu, partide fikir mücadelesine yer olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine, demir disiplin, eleştiriye ve fikir mücadelesine engel olmak şöyle dursun, partinin bağrında eleştiriyi ve fikir mücadelesini önşart koşar. Üstelik bu, disiplinin ‘kör’ disiplin olması demek hiç değildir. Tam tersine, demir disiplin bilinçliliği ve itaat özgürlüğünü dıştalamaz, bilakis bunları önşart görür; çünkü ancak bilinçli bir disiplin, gerçekten demir disiplin olabilir. Ama fikir mücadelesi bitince, eleştiri tükenip karara varılınca, bütün parti üyelerinin irade birliği ve eylem birliği şarttır. Bu öyle bir zorunlu şarttır ki, onsuz ne birleşmiş parti, ne de partide demir disiplin düşünülebilir.” (Stalin, 1990, s. 171-172)
Lenin’in şu söylediğine de kulak verelim: “Proletarya partisinin demir disiplinini (özellikle onun diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı burjuvaziye yardım eder.”
Ş. ATAKAN’ın “birlik” anlayışı komünist parti anlayışıyla, Lenin ve Stalin’in savunduklarıyla, İbrahim’in görüşleriyle değil revizyonizmin görüşleriyle uyumlu. O sadece meselenin bir tarafını konu ediyor; irade ve eylem birliği, demir disiplin onda içeriksizdir. Onun için önemli olan bunlardan azade tam ve koşulsuz salt eleştiri özgürlüğüne tekabül eden liberal bir çizgi, farklı fikirlerin hiçbir koşula, disipline ve iradeye tabi olmaksızın proleter çizgiye karşı muhalefettir. O Lenin’in “fikirlerin otoritesi gücünün (parti -bn) otoritesine dönüştürülmesi” tezinin aksine fikirleri otorite kabul ederek KP anlayışını yozlaştıracak bir tutuma sahip. Lenin partinin demir disiplinini azıcık zayıflatanın burjuvaziye yardım etmiş olacağını söylerken Ş.ATAKAN demir disiplini farklı fikirlerin yadsınması olarak olumsuzluyor. Bilindik revizyonist görüşlerle monolitik parti anlayışına, irade ve eylem birliğine, onun demir disiplinine saldırıyor…
Büyük Direnişin Dersleri Karşısında Küçülenler
Ş.ATAKAN İbrahim’in 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çıkardığı sonuçları konu ederken bunlardan bazılarının geçerliliğini yitirdiğini söylüyor, ama gene geçerliliğini yitiren nedir, anlatmıyor, bunları kendisinde saklıyor. İbrahim’e eleştirisi de bu gizlilik üzerine kurulu. Yazdıklarını okurken kendinizi açıklanmamış iddialı cümlelerle çevrili hissediyorsunuz. Geçersizleşme iddialarını herkes kabul etmiş veya tartışmasız kabul etmeliymiş gibi hareket ediyor Ş.ATAKAN. Kendi iddialarına daha baştan sizin de onay vereceğinize inanıyor, bu konuda size aşkın bir güven duyuyor! Oysa biz kendisinin İbrahim’den aktardığı bütün sonuçların “maalesef” bugün de geçerli olduğu görüşündeyiz.
Öncelikle Ş. ATAKAN’ın tarzındaki temel sorunlara değinelim.
İbrahim’in 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi değerlendirmesi ve dersleri bir sosyo-ekonomik yapı analizi gibi konu edilmiş. Bu nedenle Ş.ATAKAN temel hiçbir konuyu tartışmadan söz konusu derslerden bazılarının geçerliliğini yitirdiğini rahatlıkla iddia edebiliyor. Bu da söz konusu derslerin geçerliliğini yitirmesinin ancak ülkedeki temel ve baş çelişkilerin değişmesi ile olanaklı olduğunun kavranmadığını gösteriyor. Ş.ATAKAN elbette temel ve baş çelişkilerin değiştiğini savunabilir; ne var ki bu, birkaç cümlelik iddialarla dile geldiğinde ciddiye alınamaz. Ayrıca 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çıkarılan dersler konu edildiğinde, söz konusu bu dersler direniş özgülünde değerlendirilmeksizin doğru düzgün bir “değerlendirme eleştirisi” yapıldığı da söylenemez.
İbrahim Türkiye’nin genel şartları, devrimin niteliği ve yolu hakkında 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden önce, netleşmiş bir düşünceye sahiptir. Bu düşünce Mao Zedung’un Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelere uyarlayarak geliştirdiği genel öğretiye dayanmaktadır. Türkiye şartlarını kavramak ve devrimin temel özelliklerini ve yolunu ortaya koymak için İbrahim bu öğretiyi kılavuz almıştır. Bu ne bir sırdır ne de yanlıştır. İbrahim TİİKP Program Taslağı Eleştirisi’nde Türkiye şartlarını özellikle Şnurov’dan hareketle analiz ederken tam da bu öğretiyi temel almıştır. Çünkü Mao Zedung’un bu öğretisi bilimsel ve M-L teoriye tamamen uygun bir öğretidir.
Büyük İşçi Direnişi, İbrahim için tam da bu öğretinin doğrulanması bakımından konu edilmiştir. Orada sıralanan derslerden hiçbiri Büyük İşçi Direnişi’nden hareketle ortaya konmamıştır. Dendiği gibi bunlar “bazı arkadaşların işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden çıkardıkları” (İbrahim) “dersler”dir; daha önce belirlenmiş, ortaya konmuş olan öğretinin büyük bir kitle hareketi deneyimi sırasında somutlaşan, bazı kadroların bu vesileyle kavrayabildiği derslerdir. Dolayısıyla “15-16 Haziran” döneminin analizi ile sınırlı ve bu nedenle de döneme ait, sadece dönem için geçerli derslerden bahsedilmemektedir. İbrahim savunularak bu derslerin kimisi için ‘geçerliliğini yitirdi’ demek tipik bir oportünizmdir, tutarsızlıktır, eklektizmdir. Ya İbrahim savunusu sahtedir ya da bu derslerin niteliği “hiç” anlaşılmamıştır. Sahtekârlık tartışması bizim alanımıza girmediğinden (bunu Ş. ATAKAN açıklayabilir) bu derslerin niteliği konusunda Ş. ATAKAN’ın yüzeysel bir kavrayışa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu dersler Mao Zedung’un yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler için geliştirdiği öğretinin belli bir toplumsal olay içinde doğrulanmasına dayanır. Ş. ATAKAN’ın eleştirisi, daha somut ifade edersek “geçersizlik” iddiası gizlenmiş olarak işte bu öğretinin geçersizleştiği iddiasıdır… Ş. ATAKAN’ın bu iddiasının İbrahim tarafından net bir şekilde reddedileceğini onu okuyan her dürüst ve tutarlı eleştirmen rahatlıkla görebilir veya kolaylıkla tahmin eder…
Eğer Ş. ATAKAN geçersizlik iddiasını somutlaştırmak niyetindeyse ve İbrahim’in Büyük İşçi Direnişi’nden çıkardığı derslerin bugün temel alınamayacağını savunacaksa İbrahim’in şu temel görüşünü tartışmak durumundadır:
“…Bu ülkelerde feodalizme karşı yürütülen mücadeleyle emperyalizme karşı yürütülen mücadele birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır.
“Demokratik halk devriminin özü toprak devrimidir. Toprak devrimi, proletarya önderliğinde halk savaşı yoluyla başarıya ulaşır. Halk savaşı, özünde bir köylü savaşıdır. Proletarya partisi, yoksul ve orta köylülere dayanarak köylük bölgelerde silahlı mücadeleye girişmeli, buralarda kurtarılmış alanlar yaratmalı, bu kurtarılmış alanlar uzun süreli savaş içinde genişletilerek buralardan büyük şehirler kuşatılmalı ve en sonunda büyük şehirleri de zapt etmek suretiyle ülke çapında siyasi iktidar ele geçirilmelidir.”
“Proletarya partisi ve halk ordusu, bu uzun süreli savaş içinde adım adım inşa edilmelidir. Yine bu uzun süreli savaş içinde, feodalizme, emperyalizme ve komprador kapitalizme karşı, bütün halk sınıflarının, işçi sınıfının, köylülerin, şehir küçük burjuvazisinin ve milli burjuvazinin birleşik cephesi gerçekleştirilmelidir. Bu birleşik cephe işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü temel ittifakı üzerine kurulabilir.”
“Halk savaşının başarıya ulaşmasıyla ülke çapında kurulacak iktidar, bir burjuva diktatörlüğü değil, proletarya önderliğinde halk diktatörlüğüdür. Demokratik halk diktatörlüğü gerçekleştikten sonra, önderliği elinde tutan proletarya, yoksul ve aşağı-orta köylülerle birleşerek durmaksızın proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmeli ve sosyalizmin inşasına girişmelidir. Mao Zedung Düşüncesi’nin, Çin Devrimi deneyinin öğrettikleri en genel çizgileriyle bunlardır.” (İbrahim Kaypakkaya, 2013, s. 408-409)
Ş. ATAKAN 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin derslerinden bazılarının geçerliliğini yitirdiğini söylerken aslında bütün bu öğretiyi reddediyor. Fakat bunu bütün açıklığıyla dürüstçe yapmak yerine “belirsiz bırakma” yolunu seçerek “bazıları geçerliliğini yitirmiştir” demektedir. İbrahim’in temel tezleri üzerine yapılan tartışmalarda bu üstünkörülüğe, açıklamasızlığa, belirsiz bırakma tarzına sıklıkla rastlıyoruz. Oysa temel tezlerin tartışması ancak ülkedeki temel çelişme, baş çelişme ve başlıca çelişmeler üzerinde durularak, dolayısıyla ülkelerin sosyo-ekonomik niteliği, toplumun geçirdiği devrimler, toplumu yöneten sınıflar ve devlet, belirleyici olmuş toplumsal hareketler değerlendirilerek yapılabilir. “Türkiye değişmiştir”, “İbrahim’in yaşadığı koşullarda geçerli olan öğreti bugünün koşullarında geçerli değildir” demek hiçbir şey açıklamadan, hiç kafa yormadan, incelemeksizin ahkâm kesmektir. Bunun “tamamen” aynı içerikte İbrahim zamanında da yapıldığı ve İbrahim’in bunlara yanıtlar verdiğini biliyoruz. Dolayısıyla “İbrahim’in bilimselliğine, cesaretine, üstün analiz yeteneğine” vs. övgüler dizip, ardından onun “geçerliliğini yitirmiş öğretisi”nden dem vurmak en hafif tanımla eklektizmdir, daha net tanımla boş konuşmaktır.
Gelelim Büyük İşçi Direnişi’nin ve ardından gelen sıkıyönetimin “bazı kadroların bilincinde önemi bir sıçrama” yaratarak ortaya çıkardığı önemli derslere. Nedir bu büyük direnişte somutlaşan ve İbrahim’in “bazı kadroların bilincinde önemli sıçrama yarattı” dediği, bizim bugün de geçerli olduğunu savunduğumuz, bizimki gibi ülkelerin temel özelliklerinden ve genel olarak devrim deneyimlerinden ayrı düşünülemez bu dersler?
Açıklayarak sıralayalım:
1) “Devrimin zorunlu ve kaçınılmaz olarak zora dayanacak olması” bugün de geçerlidir. Mao’nun da belirttiği gibi “İktidarın silah yoluyla ele geçirilmesi, meselenin savaşta çözülmesi, devrimin temel görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist Leninist devrim ilkesi evrensel olarak… bütün ülkeler için geçerlidir.”
“Bu ilke aynı kalırken onun proletarya partisi tarafından uygulanması, değişen şartlara göre değişen biçimlerde olur…” (Mao, 2020, s. 5) Sınıf mücadelesi ve devrimler tarihi bu ilkenin doğrulanmasının da tarihidir. Bu ilkenin bırakalım geçerliliğini yitirmesini daha da tartışmasız hale geldiğini görüyoruz. Burada gözden kaçırılmaması gereken şey bu ilkenin somut şartlara göre farklı biçimlerde; ama bütün devrimlerde uygulanacak olmasıdır.
2) Halkın kurtuluşunu hâkim sınıfların ordusundan beklemenin ahmaklık olacağının ortaya çıkması. Kimsenin ve Ş. ATAKAN’ın da buna itiraz ettiğini sanmıyoruz.
3) Gerçek kahramanın kitleler olduğunun görülmesi. Bu ders de tartışılmaktan uzak olmalıdır!
4) Şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirmenin bir hayal olması.
15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin kısa bir sürede bastırılmasından hareketle İbrahim “şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indiği”ni belirlemişti. Bu belirlemenin yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde devrimin izleyeceği yola dair İbrahim’in savunduğu Maoist devrim stratejisini içerdiği açıktır. 15-16 Haziran Direnişi’nden sonra, bugüne kadarki hangi benzeri nitelikteki halk hareketi bu belirlemenin aksini savunmayı gerektirmiştir? Eğer Türkiye’nin sosyo-ekonomik niteliği, içinde bulunduğu devrimin karakteri; temel çelişki, baş çelişki ve başlıca çelişkiler tartışılmayacaksa, değerlendirilmeyecekse, o halde hangi büyük olay bu dersin geçersizliğini somutlamıştır? Ş.ATAKAN bu konuda tek bir cümle dahi kurmamıştır. Oysa Zonguldak Büyük Madenci Direnişi, Gezi Direnişi, Kobane Direnişi, Özerklik Direnişi gibi örnekleri olan büyük şehir merkezli ayaklanmalar gerçekleşmiş, hepsinde de 15-16 Haziran Direnişi’nde yaşananlar gerçekleşmiştir
5) İbrahim 15-16 Haziran ve ardından gelen sıkıyönetimin ortaya çıkardığı derslerden birinin de bu süreçte şehirlerde yoğunlaşan mücadele içinde örgütlenenlerin devrime-halka büyük zararlar verdiğini göstermesi olduğunu söylemiştir. “… Legaliteye bel bağlamanın, revizyonist örgütlenmenin, şiddetlenen sınıf mücadelesi şartlarında halkımıza zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını gösterdi.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 413)
Sıkıyönetim biraz gevşediğinde eski tarza, alışkanlıklara yeniden dönülmesi aslında 15-16 Haziran’dan doğru sonuçlar çıkarılmadığını, bu deneyimden ders alınmadığını gösteriyordu. “Bunlar elbette tesadüfî şeyler değildi. Bunlar, burjuva sınıf içgüdüsünün ve burjuva sınıf tavrının, şartları elverişli görür görmez kendini ortaya koymasıydı… Daha uzun müddet ‘demokratik ortamın’ devam edeceği…” varsayılıyordu. (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 414) Bunlar her şeyi yasal-legal mücadeleyi esas alarak belirleyen revizyonist, küçük burjuva devrimcileriydi ve onlar devrimi bunun dışında düşünemiyorlardı. Faşizmi geçici, belirli kliklerin-partilerin tasarrufu olarak ele aldıklarından hem başka gerici kliklerle flört ediyor hem de koşullar biraz yumuşayınca her şeyi güllük gülistanlık görüp hayal kuruyorlardı. Dolayısıyla gerici klikler arasındaki çatışmada bunlardan ilerici gördüklerinin peşine takılmaktan vazgeçmiyor, kitlelere de bunu salık veriyorlardı. Bu anlayış bugün gerici Cumhur İttifakı’na karşı “demokrasi cephesi” adı altında gerici Millet İttifakı’nı destekleme biçiminde zuhur ediyor.
6) İbrahim, 15-16 Haziran’ın devrimin objektif şartlarının ne kadar olgunlaştığını gösterdiğini belirtiyor. Ş. ATAKAN ise İbrahim’in devrimin objektif şartları konusunda “aşırı derecede iyimser” ve “abartılı” yaklaşım içinde olduğunu söylüyor. Devrimin objektif şartları olup olmadığını tartışmak anlamsız olur. Herhalde hiçbir devrimci-komünist, Türkiye ve benzer durumdaki diğer ülkelerde devrim için objektif şartların olduğunu reddetmeyecektir. Tartışmamız gerek bu şartların, bu ülkelerdeki düzeyidir.
“… Devrimci durum, devrimin objektif şartlarıdır. Devrimci durum; tek tek grupların, partilerin, sınıfların iradesinden bağımsız objektif bir olgudur… Partinin varlığı ve örgütlenme seviyesi, sadece devrimin sübjektif şartlarıyla ilgilidir. Partinin varlığı ve örgütlenme seviyesi, devrimci durum üzerinde etki icra eder ama onu tayin etmez.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 469)
“Bir devrimci durum olmadan, devrimin mümkün olmayacağı, Marksistler için tartışma götürmez bir gerçektir. Ayrıca her devrimci durum da devrime götürmez…” (Lenin’den aktaran İ. Kaypakkaya, 2013, s. 468)
Devrimin objektif şartları ülkenin objektif koşullarıdır. Devrimci durum bu şartlarda içerilidir. Bunun başlıca özelliklerini Lenin şöyle sıralamıştır: 1) Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ve yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istenmemesi, 2) Ezilen sınıfların sorunlarının, ihtiyaçlarının normalden çok daha artması, 3) Kitlelerin hareketlerindeki yoğunlaşma.
Devrimci durum kitlelerin, koşullarının kötüleşmesi sonucu eskisi gibi yönetilmeyi istememesiyle sınırlı değildir. Hâkim sınıfların eskisi gibi yönetememesi de gerekir, bu da sadece ezilen sınıfların yönetilememesini değil hakim sınıfların aralarındaki krizin, çatışmanın artmasını da içerir… Bugün dünyanın içinde bulunduğu şartlarda devrimci durumun birçok ülkede olgunlaştığının veya olgunlaşmakta olduğunun saptanması zor değildir. Zira saydığımız bütün şartlar son 10 yılda belirgin biçimde olgunlaşmıştı. Hem hâkim sınıflar/klikler, devletlerarasında çelişkiler yoğunlaşmış, daha sık ve ciddi biçimde karşı karşıya gelmeler baş göstermiş hem de halkların eylemleri belirgin biçimde kötüleşen koşullara karşı önemli-büyük halk hareketlerine dönüşmüştür… Ama Lenin’in de dediği gibi her devrimci durum devrime götürmez. Devrimci durum şartların devrim için uygun-olgun hale gelmesi demektir ve devrimci parti (KP) bu şartları iyi değerlendirebilir. Doğru kavranıp ona göre politika belirleyerek hareket ederse bu sürecin devrimle sonuçlanmasını sağlayabilir. Kısaca sübjektif gücün objektif koşullara devrimci eylemiyle doğru bir yönelimde ve büyük ölçüde hükmetmesi gerekir.
Burada bir ayrıma dikkat çekmemiz yanılgıları önleyecektir. Burjuva devrimini yapmış emperyalist kapitalist ülkelerde devrimci durum genelde ve esasen bu ülkelerin kriz dönemlerinde kendini gösterir. Dolayısıyla sürekli değil geçicidir. Bu, ülkelerin her birinde farklı biçimde ve düzeylerde yaşanır, genel bir duruma dönüşmeyebilir de… Bugün için genel bir durum olarak bu şartların geliştiğinden bahsetmek yanlış olmayacaktır. Diğer taraftan emperyalizmin yarı sömürgesi olan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde durum tamamen farklıdır. Bu ülkelerde “istikrar” istisnai ve geçici, devrimci durum ise genel bir özellik olarak kendini gösterir. Devrimci durumun şartları devletin/hâkim sınıfların karakterinden, sosyo-ekonomik yapıdan kaynaklı süreklidir. Devrimci durum zaman zaman gerilemekte zaman zaman yükselmektedir. Son yıllardaki bütün gelişmeler devrimci durumun belirgin biçimde yükselmesine işaret ediyor. Problem sübjektif gücün/koşulların devrimci duruma göre elverişsizliği, esasen yanlış bir pozisyonda bulunmasıdır. Devrimci/komünist hareket olabildiğince zayıf, koşulları kavramaktan uzak bir haldedir.
KOŞULLAR KARŞISINDA FİKRİ YOKSUNLUK!
İbrahim’in devrimin objektif koşulları konusunda “aşırı iyimser ve abartılı” düşündüğünü söyleyen Ş. ATAKAN koşullarla ilgili değerlendirmelerini paylaşıp okuyanları ikna etmeyi umursamamış. İbrahim’i bu şekilde “mahkûm” edince okuyanların da bunu kabul edeceğine, salt sonucun yeteceğine inanmış. Bu bakımdan onun her değerlendirmesinde belirgin ve belirleyici olan fideizmdir, yani inancılıktır. İnanı bilimin yerine geçirmektedir. Ş. ATAKAN önce inanıyor, sonra da budur diyor; o zaman okur da inanmalıdır! Onun doğrusu böyle büyük bir yanlışa dayanıyor! Hep beraber inana inanalım! İnanı kendine bilim yapmış, bilimi inana indirgemiş!
İbrahim Şafak Revizyonistleri ile ayrıldığımız başlıca noktaları özlü biçimde ifade eden DABK Şubat Kararı’nda objektif şartların devrime elverişli olduğunu belirtip neler yapılması gerektiğini maddeler halinde açıklıyor… Kendisini “hızlı gitmek”le eleştirenlere aksine kitle hareketinin gerisinde kalmaktan korktuğunu söylüyor. Sonraki yıllara bakıldığında bu korkusunun ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Devrimci durum kendisi de içinde olmak üzere devrimci önderlerin katledilmesinden sonra da yükselmeye devam etmiş, halk hareketi ciddi bir gelişme kaydetmiştir. İbrahim’in öngörüsü doğrulanmıştır. Devrimci/komünist hareket bu duruma önderlik edecek şekilde hazırlıklı ve yetkin bir örgütlenme içinde olmadığından halk hareketine yetişememiş, öngörüsüzlüğü koşullayan aşırı kavrayışsızlığı nedeniyle devrimci durumun gerisinde kalmıştır. İbrahim’in iyimserliği, koşulları devrim biliminin ışığında analiz etmesinden ileri gelmektedir. Onu böyle yetkin bir komünist önder yapan da budur. Bu özellik ona gökten inmemiştir. Marksizm’i bir dogma değil eylem kılavuzu olarak içselleştirmesidir. Bundan yoksun olanlarsa bırakalım toplumsal gelişmenin/hareketin yönünü görmeyi burnunun ucunu bile göremediler. Nitekim İbrahim’i “aşırı iyimser” değerlendirenler halk hareketinin gerisinde kaldılar, ona yanıt olamadılar ve karşı-devrim karşısında savruldular. “Yenilgi”yi salt fiziki bir sonuç değil ideolojik-politik savrulma/çözülme olarak düşünmek gerek… Tasfiyeci görüşlerine zemin ve meşruiyet arayanlar İbrahim’in koşullarla ilgili tahlilini/görüşünü öyle yüzeysel-kaba ele alıyorlar ki küçük burjuva zihniyetlerini ele veriyorlar. Sadece Türkiye için düşündüğümüzde bile ‘50’li yıllardan ‘80’li yıllara kadar gelgitler halinde ciddi toplumsal hareketler-gelişmeler söz konusudur. 12 Eylül darbesi ile bu süreç farklılaşmıştır… İbrahim devrimci durumun geliştiğinden, objektif koşulların devrim için elverişli olduğundan bahsediyor. Ama iyimserlikle, hayalci-maceracı olmakla suçlanıyor toplumsal gerçeklik başka türlü seyrediyor, “altta ve üstte” yönetme krizini derinleştiren olaylar durmak bir yana şiddetlenerek devam ediyor. Karşı-devrim bu gerçeği görüp ona göre sürece müdahale ederken devrimci güçleri sınıf perspektifini-güdüsünü yitirdiğinden sürece uygun bir tutum-politika belirlemekten kaçınıp sağ bir tavır sergiledi. Böylece boş durmayan karşı-devrim “aşırı iyimser” davranmayanları “aşırı karamsarlığa” boğdu! Buradaki öngörüsüzlüğü, koşulları doğru tahlil etmekteki bilgisizliği sorun etmek yerine, üstelik sonraki gelişmeler de onu doğruladığı halde İbrahim’i “aşırı iyimserlik”le eleştirmek devrimci hareketin büyük günahını örtmekten başka bir işe yaramaz, yaramıyor. Az biraz gerçekleri-olguları analiz etmesini bilen biri, öncesi bir yana, 12 Eylül darbesi sonrası ulusal hareketin çıkışını ve başlattığı ulusal kurtuluşçu hareketin nasıl karşılık bulduğunu ve güçlendiğini görerek koşulların ne kadar elverişli olduğunu anlayabilir. Ulusal hareket, devrimci hareketin gerilediği-ezildiği en zor koşullarda gelişti-güçlendi. Objektif koşullarla ilgili İbrahim’i “aşırı iyimserlik”le suçlayanlar, ulusal hareket gibi bir yönelime girilmemesinin nedenlerini ve sonuçlarını tartışmıyorlar. Hâlbuki “aşırı iyimser” İbrahim’in koşullarla ilgili planlaması tam da bu doğrultuda bir hazırlığı-çalışmayı içeriyordu. Buna kulak asmayıp esasen barışçıl-legal tarzda ısrar edenler yenilginin nedenini kendilerinin dışında aradılar. Ş. ATAKAN bunu yapmaya devam ediyor. Ş. ATAKAN da İbrahim’i övüyor, ama onu anlamıyor-kavramıyor; Yılmaz Güney’i övüyor ama onu kavramıyor, ulusal hareketi övüyor ama onu da anlamıyor! Onun problemi olguları süreci bütün yönleriyle/özellikleriyle, olduğu gibi ele almamasından ve dolayısıyla anlamamasından kaynaklanıyor… Ş. ATAKAN bir an İbrahim gibi “aşırı iyimser” düşünüp İbrahim’in belirlediği anlayış doğrultusunda hazırlık-çalışma yapıldığını ve ulusal hareket gibi en zor koşullarda mücadeleyi yükseltmeye soyunduğunu varsaysın. Durup bunun üzerine düşünsün. Belki karamsarlığı dağılır, bugün içinde bulunduğu durumun nedenlerini biraz olsun anlar…
Hareketimizin birinci örgütsel yenilgisinin nedeni İbrahim’in objektif koşullarla ilgili “aşırı iyimser” düşüncesi değil aksine bu düşünceye bağlı kalınmaması, ona göre hareket edilmemesidir. Ayrıca unutmamak gerekir ki sadece “aşırı iyimser” fikirlere sahip olanlar değil Ş. ATAKAN gibi bunu olumsuzlayan, koşulları onun gibi “sağduyulu” değerlendirenler de yenilgiye uğradılar. Hareketimizin yenilgisi de bütün çalışmasını İbrahim’in koşullarla ilgili değerlendirmesine uygun şekilde geliştirmemesinden, İbrahim’in bahsini ettiği hastalıklardan kendini kurtaramamasından kaynaklanmaktadır. Ş. ATAKAN’da bu hastalıkların sürdüğünü görüyoruz!
Bugün devrimci/komünist hareketin sorununu tartışırken de eksikliklerimizin neler olduğunu görme konusunda İbrahim’in anlayışı bize yardımcı olmakta, yol göstermektedir. O yüzden ondan öğrenmek önemli ve zorunludur. İbrahim gibi “aşırı iyimserlik”le suçlanmaktan korkmayalım; gerçeklerin, hareketin yaslarına, toplumsal gelişmelerin özelliklerini doğru analiz etmeye yoğunlaşalım. Bizim iyimser olmak için MLM gibi bir kaynağımız var. Bu kaynaktan beslenirsek her türlü karamsarlığı yenebiliriz. Burjuvazinin kuyusundan su çekenler iyimser görünseler bile karamsarlık zehrinden kurtulamazlar, çünkü burjuvazinin kaynağı çürümüş sudan ibarettir.
İBRAHİM’İN ULUSAL SORUNDAKİ TEMEL ŞİARI!
-ŞİAR’ın Temelsiz İddiaları-
İbrahim’in ulusal soruna dair görüşleri de Ş. ATAKAN tarafından, övgülere rağmen mahkûm ettiği görüşlerden. Temel yaklaşım ve ilkenin göz ardı edilmesiyle yapılan övgülerin tutarsızlığı ve içeriksizliği burada da çok fazla göze batıyor. Bu sorunun, hemen her şeyi etkileyerek gelişen güçlü bir savaşın da konusu olması önemini artırmaktadır. İbrahim’in görüşleriyle uyumlu, öngörülerini de doğrulayan bu savaş Ş. ATAKAN’ın kavrayışında milliyetçiliğin sınırları içinde İbrahim eleştirisi olarak konu edilmiş…
Kendisine yönelik “övgü”lerde esaslı bir yer tutan ulusal sorun hakkında İbrahim her bakımdan üstün bir teorinin sürdürücüsü ve uygulayıcısıdır. “Övgü” diyoruz ama hemen her zaman bu övgüler önemli oranda çarpıtmayla, kavramların içinin boşaltılmasıyla, üstü kapalı olumsuzlamayla, hatta bazen de İbrahim’i dikkate almamayla doludur! Ş. ATAKAN’da da gördüğümüz bu durumun doğru bir inceleme tarzına sahip olmamaktan kaynaklandığını anlamak zor değil.
Ş. ATAKAN’ın eleştirisi özgün bir eleştiri değil; ama koşullar ona bir özgünlük katmaktadır. İbrahim’in görüşlerini tamamen haklı çıkaran, destekleyen koşullar, bu eleştiride İbrahim’in, daha vurgulu olarak da ardıllarının karşısına konmaktadır. Bu da her zaman rastladığımız türden çarpıtmalarla, manipülasyonlarla yapılmaktadır. Ş. ATAKAN’ın eleştirisinde İbrahim’e yönelik övgü görünümlü olumsuzlama daha açık biçimde ardıllarına yöneltilerek somutlaştırılmıştır. Eleştirinin özü, İbrahim’in bu soruna dair görüşlerinde de içerili olan temel tezlerine karşıtlıktır; ama nedense yazar bunları tartışmıyor. Ulusal sorunda o günün koşullarında anlaşılır olan hatalar yapıldığını belirtiyor sadece! “O günün koşulları”yla ve bugünün koşulu arasındaki fark KUH’un gelişmişlik düzeyidir.
Şöyle eleştiriyor Ş. ATAKAN yazısında İbrahim’i,
“… Kürdistan’da ilk yapılması gereken, sömürgeci boyunduruğu kırıp, ulusal kurtuluşu sağlamaktır. Yani milli demokratik devrimi yapmaktır. Sosyalizm için bundan sonra mücadele etmek gerek. Kaypakkaya, o günün koşullarında bunu böyle göremedi. Bu anlaşılır bir durumdur…”
Söylemi iyice basitleştirelim: “İbrahim Kürdistan’da sosyalizm için mücadele etmeyi temel aldı” ve “İbrahim Kürdistan’da ulusal kurtuluşu sosyalizm mücadelesine bağladı” veya “sosyalizmle olanaklı gördü.” Son olarak da “bunlar koşullardan ötürü anlaşılır hatalardır” diyor…
Bu iddialar tamamen yanlıştır. İbrahim Kürdistan’da doğrudan sosyalizm için mücadele edilmesini hiç savunmadı! Gene İbrahim Kürdistan’da ulusal mücadeleyi sosyalizm için mücadeleye bağlamadı, ulusal sorunun çözümünü sosyalizmle ilişkilendirmedi. Dolayısıyla “koşullardan ötürü anlaşılır hatalar” da yapmadı. İbrahim’in temel tezlerini bilenler için Ş. ATAKAN’ın bu iddiaları olsa olsa bilgisizliğinin ürünüdür veya çarpıtmadan ibarettir.
İbrahim yarı-sömürge ve yarı-feodal ekonomik koşullara sahip Türkiye’nin ilhak ettiği, onun bir parçası olarak kavradığı T. Kürdistanı’nda doğrudan sosyalizm için mücadeleyi zaten sonraya bıraktığı ve tüm Türkiye için demokratik halk devrimini temel aldığı halde “sosyalizm için bundan sonra mücadele etmek gerek”tiğini görememekle eleştiriliyor! İbrahim tüm Türkiye için milli ve demokratik bir devrim öngörürken Ş. ATAKAN onun bunu “Kürdistan” için göremediğini yazıyor! Burada bir şeyleri göremeyen Ş. ATAKAN’ın kendisi olmasın! Çünkü İbrahim’in devrimimizi nasıl tanımladığından da haberi yok gibi…
Anlaşılan Ş. ATAKAN burada İbrahim’in temel tezlerini bilmeden veya anlamadan, İbrahim’i sahiplenir veya olumlar görünerek yorumlar yapıyor. İbrahim hata yapmış: ama o günün koşullarında bu anlaşılırmış, asıl ardılları bunu devam ettirmekle hatalıymış. “Yetersiz koşullardan” ötürü, üstelik genç de olan İbrahim’in “hata yapma hakkı”na işaret ediyor; ama İbrahim’in temel tezlerini tamamen çarpıtıyor, hatta karartıyor. İbrahim’i aynı cümlelerde hem olumluyor; ama hem de yanlışlıyor! Bir kavrayışsızlık gibi görünen bu şey gerçekte İbrahim’in görüşlerinin özünü, dayandığı ilkeleri yok saymak ve İbrahim’i kendisinden öğrenenleri manipüle etmektir. Ya “o günün koşullarında doğruydu” ya da “koşullardan kaynaklı hataları vardı” diyerek (“O günün koşullarında bunu görmedi” ve “bu anlaşılırdır” demenin başka bir anlamı olamaz.) İbrahim’e kendince hoşgörü gösteriyor… Takdir görmüş bir liderin görüşlerini kavramayanların ve çürütemeyenlerin klasik yöntemlerinden biri onun görüşlerinin karşısına, cımbızlamayla gene “kendisi”ni çıkarıp onun kendisiyle dövüştürmektir. Ama İbrahim’in bükülemez iç tutarlılığı bunu yapanları çaresiz bırakıyor çoğunlukla; zorunlu olarak “yaşasaydı İbo”ya başvuruyorlar. Bu noktada “gerçek İbo” ile “yaşasaydı İbo” dövüştürülüyor ve böylece İbo’nun ardıllarına saldırının “İbocu” biçimi yaratılıyor! Fakat yanlış fikrin hiçbir biçimi doğru fikri çürütemez, çürütemiyor…
Ş. ATAKAN’a İbrahim’in bütün olarak Türkiye devriminin milli karakterde olduğunu söylediğini, devrim teorisinde bunu net ve anlaşılır biçimde açıkladığını hatırlatalım. Bu milli devrimin temel özelliği emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesidir. Sosyalizm için doğrudan mücadele ancak bunun başarılmasından sonradır. Dolayısıyla Kürdistan’ın Türkiye’nin ilhak ettiği parçası da (T. Kürdistanı da) bu milli mücadelenin içindedir; buradaki mücadele de doğrudan sosyalizm için mücadele değildir. Türkiye’nin yarı-sömürge statüsüne karşı yürütülen devrimci mücadele, (T. Kürdistanı’ndaki mücadele de bu mücadelenin parçası olduğundan) aynı zamanda “bağımlı ve uyruk ulus” olan Kürt ulusunun da “ulusal kurtuluşu”nu içerecektir. İbrahim’in tezlerinde Kürt ulusunun ulusal kurtuluşu Türkiye’nin tam bağımsızlık için mücadelesiyle birlikte; ama elbette ihmal edilmeden, adı konmuş ve özgünlükleri saptanmış olarak ele alınmıştır. İbrahim emperyalizme karşı mücadele başarılmadan Kürt ulusunun ulusal kurtuluşunun da esasen olanaklı olmadığını görmüştür. Bu mücadeleler birbirine bağlıdır. Çünkü Kürt ulusunun ulusal boyunduruğunun bir ayağı emperyalizmdir. Türk egemen sınıflarının ilhak ile ulusun KKTH’sini engellemesi emperyalizmin desteğiyle gerçekleşmiş ve sürmektedir. İbrahim’in tezleri bunun üzerine kuruludur.
Ş. ATAKAN’ın tezler hakkında ne düşündüğünü öğrenemiyoruz. İbrahim Kürt ulusunun ulusal kurtuluş sorununu göremedi dediğinde o bu tezlerden haberdar değil mi? Haberdar olduğunu varsaymamız gerekir; çünkü bunlarla ilgili değerlendirmeler yapmaktadır. Bu durumda onun kafasındaki fikri bizim açığa çıkarmamız gerekiyor.
‘İbrahim Kürt ulusunun ulusal kurtuluş sorununu göremedi’ diyor Ş. ATAKAN. Bunu söylerken o İbrahim’in Türkiye devrimi tezine karşı çıkmaktadır aslında. Ona göre Türkiye, T. Kürdistanı’ndan ayrı olarak doğrudan sosyalizmi hedeflemelidir. Oysa İbrahim tüm Türkiye için milli ve demokratik karaktere sahip DHD’yi hedeflemiştir. Ş. ATAKAN bundan habersiz midir? Elbette değildir. Buna rağmen tartışmayı buradan ele alarak bilgiye, tutarlılığa sahip değildir. Neyi tartıştığının farkında olduğu ise tartışmalıdır.
Ş. ATAKAN için Kürdistan “alt-iç sömürge” olduğundan baş çelişki ezen ile ezilen ulus arasındadır. Bu nedenle önce ulusal kurtuluş, yani milli demokratik devrim gerçekleştirilmeli, sosyalizm için bundan sonra mücadele edilmelidir. Peki bu “tez”de Türkiye nerededir ve ne konumdadır? İbrahim’in tezi bu konuda açık, net ve anlaşılır. Ş. ATAKAN ise bu konuda hiç tartışmamayı seçiyor! Kürt ulusunun tarihi ve 4 devletle ilişkisi hakkında da hiçbir tartışma yapmıyor. Oysa bu tartışmanın temeli bunlardır.
Kürdistan tarihine kabaca bakıldığında dört devlet tarafından parçalanmış olmasından, ilhaklardan söz edilir; ama sömürgeleştirilmesinden söz edilmez. İlk kez Osmanlı ve İran arasındaki anlaşmayla ikiye bölünmesinden sonra Kürdistan özerkliğe denk statüler ile var olmuş, bu devletlere bağlı ama sömürgeleşmeden, kendi feodal, parçalı yapısını korumuştur. Modern devletler sürecinde (ulus-devletler dönemi) ise aynı özerk nitelik görece gelişmiş olarak sürmüştür. Emperyalizme bağlı kapitalist gelişmenin sonuçları burada da görülmüş; fakat bütün döneme bakıldığında Kürt uluslaşmasına katkı sunan kapitalist gelişmenin komprador niteliği Kürt ulusunun da siyasi düzeyini belirlemiştir. Buradaki ayırt edici özellik Kürt ulusunun kendi devletinin kuracak birliği ve desteği yakalayamamış olmasıdır. Bu ayırt edici özelliğin Türk egemen sınıflarına “sömürgeci” nitelikte bir güç katmadığı açıktır. Kendisi başından itibaren komprador ilişkilere bağlı olan bir devletin sömürgeci olabilecek kadar gelişmesi olanaksızdır. Elbette Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi olmuş ve bu mücadele her zaman zor yoluyla bastırılmıştır; ulusun KKTH gasp edilmiştir. Hatta uzun tarihine rağmen özerklik statüsü bile ortadan kaldırılmış, tüm varlığı inkâr edilmiştir. Buna karşın sömürgeleşme için gereken ekonomik gelişme, büyük ekonomik güç farkı gerçekleşememiştir. Aksine emperyalizm bütün bölgeyi sömürgeleştirmek için saldırmış ama bunu sadece kısmen ve geçici olarak başarabilmiştir! Bölgedeki devletlerin, genel olarak ulusların dinamikleri ve uluslararası koşullar bu saldırının tamamlanmasını önlemiştir. Kürdistan da aynı dönemde sömürgeleştirilmek istenmiş fakat o da genel sonuca uygun olarak yarı-sömürge ilişkilere zincirlenmiştir. Kürdistan’ın dört parçası da yarı-sömürge devletlerin ilhak ettiği bölgeler olarak kalmıştır. Bu soruna karşı büyük isyanlar, yer yer direnişler gerçekleşse de bağımsızlık arayışları dönem dönem yükselse de esas olan sürekli olarak yarı-sömürgelerin ezilen, bağımlı ve uyruk ulusu olma durumudur. TC sürecinde de Osmanlı’dan devralınan statüye rağmen Kürt ulusu özerkliğini koruyamamış ve ezilen, bağımlı, uyruk ulus olarak konumlanmıştır. TC’nin yarı-sömürge statüsü T. Kürdistanı’nı da belirlemiştir. Bu şartlarda TC’nin sömürgeleştirme siyaseti izlemesi olanaksızdır.
İbrahim’in Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı hakkındaki analizi ve vardığı sonuçlar bu gerçekliği ortaya koymaktadır. Dolayısıyla T. Kürdistanı için Türkiye’den ayrı bir ulusal kurtuluş mücadelesini öngörmemesi ancak bu koşullar tartışılarak değerlendirilebilir. Ş. ATAKAN’ın eleştirisinde bunları göremiyoruz; çünkü bunların farkında bile değil. İbrahim’in Kürdistan için sosyalizmden önce ulusal kurtuluşu öngörmemesinden söz ediyor! Oysa İbrahim’in tezlerinde bu öngörü farklı bir biçimde var. Olmayan şey “ayrı bir ulusal kurtuluş” mücadelesidir. Neden bu yoktur? Çünkü İbrahim Türkiye’yi yarı-sömürge olarak değerlendirmiştir ve T. Kürdistanı’nın ulusal kurtuluş sorununu tüm Türkiye’nin kurtuluşu sorununu tüm Türkiye’nin kurtuluşu içinde görmüştür. Kürt ulusal sorununu tam olarak ortaya koyup UKKTH’yi kayıtsız, şartsız savunarak da ezilen, bağımlı ulusun kurtuluşu için net bir perspektif sunmuştur. Bunlardan sonra Ş. ATAKAN’ın eleştirisinden geriye ne kalıyor diye sorduğumuzda kendi yanlış kavrayışının ürünü olan “doğrudan sosyalizm için mücadele” iddiasından başka bir şey kalmıyor. İbrahim’de olmayan işte bu tez!
Ş. ATAKAN’ın, İbrahim’in dayandığı gerçekleri hiç konu etmemesi bu tartışmayı tam anlamıyla “boş bir tartışma” haline getiriyor. O da kabul etmelidir ki eğer gerçekler üzerinde durulmuyorsa veya fikirlerin dayandığı olgular ve olaylar konu edilmiyorsa yapılacak tartışma daha baştan körler-sağırlar diyaloğundan öteye gitmez, gidemez… Ş. ATAKAN kör ve sağır davranmayı kabul edebilir; ama bizim böyle bir lüksümüz olmamalıdır. Aksi durumda “hiçbir” devrimci eylem içinde değiliz demektir.
Şimdi buradaki “özgün” itirazın hangi gerçekleri örttüğünü İbrahim’in görüşlerini, temel tezlerini hatırlatarak gösterelim. Somut bir tartışmanın ilk şartını yerine getirelim…
Ş. ATAKAN İbrahim’in Kürt ulusal sorununu Türkiye devriminin çözebileceği bir sorun olarak kavramasına karşı çıkmaktadır. Çünkü o Kürdistan’ı, TC’nin sömürgesi olarak değerlendirmektedir. Oysa İbrahim Türkiye’nin başından itibaren yarı-sömürge olduğu görüşündedir ve Türkiye tarafından ilhak edilmiş bir bölge olarak ve parçalanmış bir ülke tespitini içerecek biçimde doğru bir adlandırmayla T. Kürdistanı’nın da doğal olarak yarı-sömürge olduğu iddiasındadır. Kürt egemen sınıflarının sermaye birikimi nitelik ve nicelik bakımından Türk egemenlerinden esas olarak farksızdır. Bunun temel nedeni Kürdistan’ın varlığı boyunca sömürgeleştirilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla Kürt egemenleri daima Kürdistan’ın zenginliklerinden birincil derecede faydalanan kesim içinde yer almışlardır. Ne var ki bu kesim içinde yer almaları gerek feodal niteliklerinden ötürü gerekse de diğer uluslardan egemen sınıflarla ve özellikle emperyalistlerle işbirliklerinden ötürü hiçbir zaman kendi pazarları üzerinde birinci dereceden hak sahibi olmalarına kadar varamamıştır.
İbrahim’in Türkiye’deki başlıca çelişmeleri konu ettiği “program taslağı eleştirisi”ndeki görüşleri bizi “boş tartışmak”tan daha baştan alıkoyacak niteliktedir. İlgili bölümü hatırlayalım:
“Bilindiği gibi, farklı çelişmelerin farklı çözüm yolları vardır. Emperyalizmle (ülkemiz değil ama) halkımız arasındaki çelişme, devrimcim milli savaşla (milli devrimle) çözülür. Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme, devrimci iç savaşla (demokratik devrimle) çözülür.
“Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalizme karşı mücadele ile feodalizme karşı mücadele yani milli devrimle demokratik devrim birbirinden ayrılmaz; bunlar birbirine sıkı sıkıya ve kopmaz bağlarla bağlıdır. Fakat şartlara göre, bu iki çelişmeden bazen biri, bazen öteki ön plana geçebilir. Emperyalizmin dolaylı yönetimi altında bulunan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişme olduğu halde, emperyalizmin askeri işgaline uğrayan bu gibi ülkelerde milli çelişme ön plana geçer ve baş çelişme haline gelir.”
“Ama her iki halde de bu iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki ilk iki çelişmenin ‘çözülmesi’ ‘sosyalizmle’ değil, daha önce demokratik halk devrimiyle gerçekleşecektir…” (İ. Kaypakkaya, 2013, 530-531)
Açıkça görülmektedir ki İbrahim Türkiye devrimini doğrudan sosyalizm için mücadele olarak tanımlamıyor. Bundan önce emperyalizm ve feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişmelerin çözülmesi gerektiğini savunuyor. “İlk iki çelişmenin ‘çözülmesi’ ‘sosyalizmle’ değil, daha önce DHD’yle gerçekleşecektir” diyor. Ş. ATAKAN İbrahim’in bu görüşünü konu etmezken onun Kürdistan için “ulusal kurtuluş” önceliğini göremediğini ileri sürüyor! İbrahim’in bu görüşleri içinde T. Kürdistanı da içinde olmak üzere Türkiye’nin “ulusal kurtuluş”u yok mudur gerçekten? Feodalizme ve emperyalizme karşı mücadele ulusal ve demokratik bir devrim mücadelesi değil midir? Okuduğunu anlıyorsa eğer Ş. ATAKAN yazdıkları hakkında İbrahim’in görüşlerini bir kez daha okuduktan sonra düşünsün…
İbrahim sadece devrimin niteliği hakkında tartışırken değil milli sorun hakkında tartışırken de Ş. ATAKAN’ın “göremedi” dediklerini, elbette ondan farklı olarak ortaya seriyor. Burada bir kez daha Ş. ATAKAN’ı “boş tartışmalar odası”nın kapısını zorlarken yakalıyoruz…
İbrahim T. Kürdistanı’nı sömürge olarak değil, bir yarı-sömürge olan TC’nin ilhakı altında, gene yarı-sömürge olan bir bölge, Kürtlerin ülkesi anlamında T. Kürdistanı bölgesi olarak tanımlamıştır. Bu durumdaki T. Kürdistanı’nda Kürt ulusu ve aslında diğer Kürdistan parçalarındaki Kürtler de, ezilen, bağımlı ve uyruk ulus niteliğindedir. T. Kürdistanı Kürtleri TC’nin uyruğu durumundadır ve bağımlı ulus kategorisi içindedir. Kürdistan’ı sömürge olarak tanımlayanlar bu konuyu hiç tartışmasalar da ve tekrarlarımızdan ötürü bizi yadırgasalar da aynı şeyi söylemeyi sürdüreceğiz: TC’nin ilhakını vurgulamak anlamında kullandığımız ad olarak T. Kürdistanı yarı-sömürgedir ve Türkiye’de Kürt ulusu ezilen, bağımlı ve uyruk bir ulustur. Bu ulus statüsü ile sömürgelerdeki ulus statüsü arasında önemli bir fark yoktur. Hatta ezilen bağımlı uluslar ezen ulusun devletinin uyruğunda olduklarından ulusal kimliklerinin tanınması bakımından resmiyette daha zorlu süreçler yaşayabilmektedirler; ulusal nitelikleri kabul görmeyip kendilerine ait dilleri, gelenekleri, tüm kültürleri ya yok sayılıp yasaklanmakta ya da ezen ulusa ait gösterilerek gasp edilmektedir. Sömürgelerdeki uluslar uyruk kabul edilmediklerinden bu sorunu kuşkusuz gene zulüm altında ama kimlikleri kabul görmüş olarak yaşamışlardır. Günümüzde bu statüde bulunan ulus neredeyse kalmamıştır. Gene İbrahim’den bir alıntıyla Ş. ATAKAN’ın eleştirisinin İbrahim’in görüşlerini içermediğini kanıtlayalım:
“… hâlâ devam eden az miktardaki eski sömürgelerde ve çok milletli devletlerde ezilen, bağımlı ve uyruk milletlerin burjuvaları ve bir kısım toprak ağaları, milli baskılara karşı ve milli devletler kurma amacı ile milli hareketlere girişmektedirler. Gerek sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakadırlar. Bu iki tip ulusta da milli hareketlerin doğal gelişme eğilimi, milli devletlerin kurulması yönündedir. Kesin bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva taşıdığıdır.”
“Ama öte yandan, kesin bir başka şey de buralardaki milli hareketlerin ister ayrı bir devlet kurmakla sonuçlansın, ister başka şekillerde sonuçlansın, milli ve demokratik devrimi tamamlayamayacağıdır. Bu uluslarda da emperyalizmi ve feodalizmi silip süpürmek görevi, yine proletaryanın sınıf hareketinin omuzlarındadır. Bu iki tip ulusta da proletarya hareketi, bir yandan milli ve demokratik devrimi tamamlama görevinin kendi omuzlarında olduğunu bilmeli, öte yandan da burjuva milli hareketinin ilerici ve demokratik muhtevasını desteklemelidir.”
“Türkiye bugün çok milletli devletlerden biridir. Ve Türkiye’de sadece Kürtler bir ulus teşkil ederler. Bu bakımdan da Türkiye komünistleri açısından, milli meselenin esasını (tamamını değil) Kürt meselesi teşkil eder…” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 233)
Tekrar soralım Ş. ATAKAN’ın gösterdiği ve fakat İbrahim’in görmediği şey nedir? “Kürdistan’da ilk yapılması gereken sömürgeci boyunduruğu kırıp ulusal kurtuluşu sağlamak”mı? Ş. ATAKAN’ın “gösterdiği” budur. İbrahim’in bu ifade içinde “görmedi”ği şey “sömürge Kürdistan”dır sadece. Çünkü İbrahim Kürt ulusunun ulusal kurtuluş sorununun önceliğinin farkındadır ve hiç şüphe edilemeyecek biçimde T. Kürdistanı için, tüm Türkiye için ileri sürdüğü gibi milli demokratik devrimi öngörmektedir. Demek ki Ş. ATAKAN açık ve dürüst olmayan bir yöntemle İbrahim’i Türkiye’yi kapitalist, hatta alt düzeyde emperyalist bir devlet, Kürdistan’ı da onun bir sömürgesi olarak görmemekle eleştiriyor. Açık ve dürüst bir yöntem izlemiyor Ş. ATAKAN; çünkü İbrahim’in tezlerini çarpıtmaktadır. Onun T. Kürdistanı’nın ulusal kurtuluş sorununu görmediğini ileri sürmüştür, milli ve demokratik devrimi öncelemeyip doğrudan sosyalizmi hedeflediğini ima etmiştir. Bunlar İbrahim’in tüm tezlerinin çarpıtılmasından başka hiçbir anlama gelmiyor. İbrahim’den yaptığımız iki alıntıyla bu çarpıtmayı gösterdik.
Gelelim Ş. ATAKAN’ın asıl derdine. O neden bu çok açık çarpıtmalara başvurmuştur? Bir yerde şöyle diyor: “Kaypakkaya’nın teorisinde dile getirdiği ‘bir devletin sınırlarını esas alarak, bütün milliyetlerden işçilerin ortak devrim hareketini örgütleme’ isteği, o devletin sınırları içerisinde iç-sömürge ya da alt-sömürge halde tutulan bir millet veya milletlerin kurtuluş isteğini göz ardı eden, hatalı bir anlayıştır.” Anlaşılan Ş. ATAKAN ezilen, bağımlı ve uyruk milletlerin kurtuluş isteğinden hiç haberdar değil; sanıyor ki bu milletler pek de kurtuluş isteği duymazlar!.. Aynı kafa yarı-sömürge olan Türkiye’deki ezen millet konumundaki ulusun da kurtuluş isteğini yadsır. “Sömürge ile yarı-sömürge bir midir?” diyerek “kıyaslama” yoluyla buralardaki ulusal kurtuluş sorununu küçümseyebilir. Ş. ATAKAN biraz olsun “eleştirme”ye kalkıştığı İbrahim’in tezlerini inceleseydi böyle düşünmekten değil belki, ama böyle yazmaktan çekinirdi. İbrahim Kürt ulusunun ulusal kurtuluş isteğinin “tamamen” farkındadır ve bu kurtuluşun tüm Türkiye’de gerçekleşecek demokratik halk devrimi ile mümkün olduğunu savunmaktadır. Bunun hem uluslararası düzeyde yaşanmış örnekleri vardır ve hem de İbrahim’in temel aldığı MLM teori vardır. “Bir devletin sınırlarını esas almak” gibi bir eleştiri saçmalığın zirvelerinden biri olmalıdır. Komünistler mevcut sınırları yok etmek üzere, ortadan kaldırmak üzere zorunlu olarak esas alırlar. Geleceğe ancak geçmişin ürününü bugünü veri aldığınızda yürüyebilirsiniz. Mevcut sınırlar bize rağmen gerçektir, devletlerin her biri gerçektir. TC’nin T. Kürdistanı’nın ilhakı ve Kürt ulusunun uyruk ulus olması bir gerçekliktir. Bunları esas almamak kendini hayal dünyasına atıp halkı da oraya çağırmaktan başka bir şey değildir; ama halklar bu çağrılara kulak asmazlar. Onlar devletlerin, sınırların gerçek olduğunu her gün, her saat deneyimlemekteler…
Ş. ATAKAN Kürt ulusunun ulusal kurtuluş isteğinin ürünü olan ulusal mücadeleyi, bu mücadelenin bugün ulaştığı düzeyi özellikle vurgulayarak İbrahim’in hatasını da kanıtladığını düşünüyor gibi! Kürtlerin ulusal varlığını tüm açıklığıyla ortaya koyan ve ezilen bir ulusun kendi ulusal devletini kurma eğiliminin altını özellikle çizen, ayrıca sadece halkın değil, bir avuç işbirlikçi egemen güç haricinde tüm ulusun ulusal mücadelesinden söz eden İbrahim’in görüşlerini Kürt Ulusal Hareketi’nin ulaştığı düzeyi göstererek hatalı ilan etmek olsa olsa Ş. ATAKAN gibi “boş tartışma odaları”nın müdavimlerinin konu kısırlığı yaşamalarından kaynaklanmış olabilir. İbrahim’in görüşleriyle Ş. ATAKAN’ın onun hatalı görüşü için kanıt gibi gösterdiği, “oysa ondan sonra Kürt hareketi çok gelişme gösterdi. Muazzam bir Kürt bağımsızlık ve özgürlük hareketi yükseldi” dediği gerçeklik arasında hiçbir aykırılık yoktur. Hatta İbrahim bu gelişmeyi öngörme yeteneği göstermiştir. Şöyle yazmış komünist önder: “Türk hâkim sınıflarının milli baskıları günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ve hâlâ devam etmektedir. Buna paralel olarak Kürt milli hareketi de süregelmiştir. Ve hâlâ devam etmektedir. Şu farkla ki, bir kısım Kürt feodal beyleri, Türk hâkim sınıflarının safına geçmiştir. Kürt burjuvazisi bir hayli güçlenmiş ve Kürt milli hareketi üzerindeki feodal etki nispeten zayıflamıştır. Bugün Kürt milli hareketinin başını, bir hayli güçlenmiş olan Kürt burjuvaları, bunların ideolojisini benimseyen aydınlar ve küçük toprak ağaları çekmektedir.
“Bunun yanında, Kürt işçi ve köylüleri de, Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının nüfuzundan geçmişe nispetle biraz daha sıyrılmış bulunuyor. Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve aydınları arasında Marksist-Leninist fikirler kök salmaya başlamıştır ve hızla yayılmaktadır…” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 239) Sadece bu da değil İbrahim ulusal hareketin Kürt ulusunu kendi devletini kurması yönünde örgütlediği, ikna ettiği durumu da olasılık olarak değerlendirmiştir ve o durumda Türkiye proletaryasının çıkarları doğrultusunda nasıl hareket edileceğini ortaya koymuştur. Şu “en uç durumu” da öngörmüştür İbrahim: “mesela ayrılma halinde Kürt bölgesinde devrim imkânı artacaksa, o takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 238) Bütün bunlardan sonra ezilen ulusun ulusal kurtuluş isteğini göremedi eleştirisini ve bugünkü “muazzam bağımsızlık ve özgürlük hareketi”nin onun hatası için bir kanıt olduğu iddiasını ciddiye almak mümkün değildir…
Haksızlığın Tarihi, Tarihi Haksızlık!
Ş. ATAKAN İbrahim’i ezilen ulus bölgelerinin birleştirilmesini savunmaması, ulusal sorunu başlıca çelişmeler arasında değerlendirmemesi ve sadece Türkiye’deki ulusal sorunun çözümünü hedeflemesi nedeniyle eleştiriyor…
Bu eleştiriler üzerinden devam edelim.
Ş. ATAKAN bu konulara yönelik eleştirilerinde temel unsur olarak “o günün koşulları”ndan ve bugün “aynı koşulların geçerli olmadığı”ndan söz ediyor. Tam da bunun içeriğini somutlaştırmak ve açıklamak için İbrahim’in özellikle kullandığı bir kavrama başvuracağız. Bu kavram “tarihi haksızlık” kavramıdır. İbrahim ezilen ulus bölgelerinin “… yeniden birleştirilmesini programımıza alalım” önerisine “(bu tarihi) haksızlığın düzeltilmesini programımıza koymak akılsızlık olur.. çünkü bugününün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir, ‘sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek’ gibi bir mahiyet taşımamaktadır” diyerek karşı çıkmıştır. “Tarihi haksızlık” kavramının burada özel bir önem taşıdığı açıktır. Ş. ATAKAN gene bir olgunun veya olayın ayrıntılı ve somut incelemesini yapmak yerine kendi fikrini temel alıp burada kavramın içini kendince doldurup, İbrahim’in Lenin’den alarak kullandığı kavrama yanlış bir anlam yüklemiştir. O “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek” gibi net bir ölçüyü hiç, hem de hiç dikkate almıyor, tartışmıyor. Devamında ezilen ulusun “tarihi haksızlık” karşısındaki mücadelesine “ayrılmak için mücadele” diyenleri eleştiren İbrahim’in “milli hareketin ayrılma” ve ezilen ulus bölgelerinin “yeniden birleştirilmesi talebi”ni koşulların değişmesi ve tarihi haksızlığın düzeltilmesini programa koymak için yeterli şart olarak göreceğinden bahsediyor. Oysa İbrahim “milli hareketin somut talebi”ni hiç de böyle tartışmıyor! Hem kavramı hem de tarihi haksızlığın düzeltilmesi gereğini komünistlerin önüne görev olarak çıkardığı söylenen “koşulları” değerlendirdiğimizde Ş. ATAKAN’ın iddialı ama içi boş bir yorum yaptığını göreceğiz.
Kendi başına bir tarihi haksızlığı gidermeyi amaçlamak haksızlığı ortaya çıkaran koşulları/ilişkileri “eski” biçime götürmeyi amaçlamakla eş değerdir. Genel olarak tarihi haksızlıkları güncel konular gibi kavramak saf bir tarih yaratma inancıyla bütün tarihi olayları geriye doğru olumsuzlamayı getirir. Böyle bir tarih anlayışında tarihi olayların gerçekliği yok olur, olaylar soyutlanır ve kendi başına konu edilir. Bu, insanın da tarihten ayrı düşünülmesini getirir. Bu durumda da tarihten de, tarihi haksızlıktan da bahsetmek olanaksız hale gelir!
Tarihi haksızlığı gidermek anlayışı herkesi ilk pozisyonuna göndermeye varır ki o zaman hepsi de haksızlık içeren olaylar, özneler ortadan kalkar. Bu konuda Kefernahum filminden bir örnek verebiliriz. Kefernahum filminde filmin kahramanı Zeyn anne-babasına, kendisini böyle bir dünyaya getirdikleri için yani uğradığı “tarihsel haksızlığa” karşı dava açar. Bir tarihi haksızlığın sonucunu ortadan kaldırmak için açılan bu dava sorunu çözecek bir eylem olarak kavrandığında herkesin; son çocuktan ilk çocuğa kadar anne-babasına böyle bir dünyada yaşamalarına neden olmalarından ötürü hesap sorması ve insanlardan bu haksızlığı gidermelerini istemeleri “meşrulaşır”! Zeyn haklı mıdır? Haklıdır! Aynı bakış açısıyla Zeyn’in anne-babası da ayrı ayrı anne-babasına karşı haklıdırlar! Onların anne-babası da kendi ebeveynlerine karşı haklıdırlar… Bu böyle en gerilere kadar götürülebilir. Tarihi haksızlıkların bu biçimde güncellenmesinden doğacak yeni tarihi haksızlıklar ve tabii ki doğacak kaçınılmaz karmaşa da ayrıca ele alınmak zorundadır.
Daha da önemlisi tarihi haksızlıkları gidermeyi amaç edinenlerin bu şekilde toplumsal ilerlemeye hiçbir katkı sunamayacak olmalarıdır. Böyle bir haksızlıkları güncelleme ve giderme anlayışı toplumu geriye götürme anlayışıdır, toplumun farklı kesimlerinin, halkların, ulusların birbirine tarihsel düşmanlığını canlandırmayı ve gerici sınıfların “haksızlıkların telafisi” politikasıyla halkları gerici amaçlarına alet etmelerine hizmet etmeye olanak sunar. Her grubun (etnik, dini vs.) kendine yapılan tarihsel haksızlığın giderilmesi talebini meşrulaştırır. Neresinden bakılırsa bakılsın böyle bir amaç ilerici değildir ve gericiliğe zemin sunar, güç kazandırır. Toplumun devrim hedefi doğrultusunda ilerletilmesine köstek olur. Tarihin bu anlayışla işlemediği, dolayısıyla da yapılamayacağı açıktır.
İbrahim bu nedenle ezilen ulus bölgelerinin parçalanmasını tarihi bir haksızlık olarak tanımlamakla birlikte bunun düzeltilmesinin amaçlamanın akılsızlık olacağını vurguluyor: “Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 234) Tarihi haksızlıklarla ilgilenmek, bunları açığa çıkarıp incelemek elbette tarihi kavramak ve egemen sınıfların dayandıkları temelleri görmek bakımından ayrıca değerlidir, önemlidir. Bulunduğumuz koşullar bu haksızlıklardan ayrı değerlendirilmemelidir. Üstelik mevcut devletlerin gerçek nitelikleri de halklara bu haksızlıklar gösterilerek güçlü biçimde teşhir edilebilir. Ne var ki tarihi haksızlıkların düzeltilmesini amaçlamak komünistlerin tarih anlayışı, proletaryanın çıkarları bakımından tamamen saçmadır. Tarihin hiçbir aşamasını yeniden yaşamak ve yazmak gibi bir amacımız olamaz. Bunun hem objektif şartlar bakımından hem de proletaryanın çıkarları bakımından olanak dışı olduğu ortadadır. İbrahim ezilen ulus bölgelerinin parçalanmasından kaynaklanan tarihi haksızlığı daha baştan “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemeyen” bir mesele olarak tanımlamıştır, “artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir”, “bu nedenle komünistler onun düzeltilmesini istemek akılsızlığını, basiretsizliğini göstermezler.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 234)
Ş. ATAKAN bu konuları tartışmıyor ama İbrahim’in ardıllarını dogmatik olmakla suçlayıp koşulların değiştiğini tarihi haksızlığın düzeltilmesinin koşullarının “milli hareketin talep etmesi” nedeniyle oluştuğunu ileri sürüyor. Tarihi haksızlıkların tüm tarih boyunca düzeltilmesinin olanaksız olduğunun farkındadır kuşkusuz; ne var ki bir tarihi haksızlığın düzeltilmesi koşullarının komünistler açısından “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek”le ilgili olduğunun farkında değil!
Evet İbrahim “milli hareketin bizzat ayrılma talebini açıkça formüle etmediği”ne dikkat çekmiş, ayrıca bütün ezilen ulus bölgelerinin birleştirilmesinin ezilen ulusun kendisinin tayin edeceği bir şey olduğunu da söylemiştir. Peki ama bunları bu tarihi haksızlığın düzeltilmesini programa almamız için uygun veya yeterli koşul olarak mı tanımlamıştır? Hayır! Ne ayrılma ne de bütün ezilenler ulus bölgelerinin birleşmesi komünistlerin programına konacak hükümler olabilir. Çünkü içinde bulunduğumuz koşullar proleter devrimler ve emperyalizm koşullarıdır. Milli devletler kurma koşulları geçmişte kalmıştır. Bununla beraber komünistler ezilen ulusların kendi devletlerini kurma mücadelesindeki genel demokratik içeriği her zaman desteklerler ve bunun biricik tutarlı ilkesi olarak UKKTH’yi, yani ulusun kendi devletini kurma hakkını kayıtsız şartsız savunmaya devam ederler. Bu ilke bütün ezilen ulus bölgelerinin birleştirilmesi amacını da kapsar. Eğer ezilen ulus isterse dört ayrı parçadaki ezilen ulusların tek bir ülkede birleşmesine engel çıkartmamayı taahhüt ederler. UKKTH ilkesi bu taahhüdü içerir. Ş. ATAKAN bunu “tarihi haksızlığın düzeltilmesini programa koymak” olarak yorumlamaz sanırız; çünkü bu farklı bir şeydir. Ulusun talebi ile komünistlerin bunu amaçlaması arasında çok ciddi bir fark vardır. Ulusal hareketin proletaryanın çıkarlarına dayanmayan ve aslında dayanması da beklenmeyen mücadelesi komünistlerin önüne ayrılma talebini ve bu mücadelenin daha da gelişmiş koşullarını gerektiren ezilen ulus bölgelerinin bütünleşmesinin onaylanması sorununu getirirse onların tavrı kesinlikle UKKTH ilkesi uyarınca olacaktır. Yani ayrılmaya da, 4 veya daha az parçanın birleşmesine de ezilen ulusun karar vereceğini ve bu karara ne olursa olsun müdahalede bulunulmayacağını savunurlar. Bu yöndeki taleplerin desteklenmesi ise o günün koşullarında proletaryanın çıkarları bakımından değerlendirilecektir. İbrahim’in savunduğu, söyledikleri tam olarak bunu içerir. Dolayısıyla ulusal hareketin ayrılma ve 4 parçanın birleştirilmesi yönündeki talepleri formülleştirmesi ve bu talepler için mücadeleyi geliştirmiş olması “koşulların değişmesi ve tarihi haksızlığın düzeltilmesinin programa konması gerektiği” anlamına gelmez. Her koşulda tarihi haksızlığın düzeltilmesi komünistlerin bir yükümlülüğü olamaz; komünistlerin yükümlülüğü sınıf mücadelesini; dolayısıyla toplumsal gelişmeyi proletaryanın çıkarları lehinde ilerletmektedir. Ulus devlet kurmak ve bunu geliştirmek komünistlerin bir yükümlülüğü olamaz… Kendinde böyle bir yetkinlik görmek de aslında ilgili ulusun iradesini gasp etmektir. Böyle bir amaç gütmüyorsa, birleşmeyi istemiyorsa bizim onu buna zorlamamız, böyle bir hedef koymamız ona yapılmış başka bir haksızlık olacaktır. Kendimizde o uluslar adına karar verme yetkisi görmek yeni türden bir haksızlık olur sadece! Ayrıca bir ulusun temsilcisi olarak proletaryası adına-çıkarına değil ulusun bütünü (burjuvazi, toprak ağaları vs.) adına bir tutum belirlemek burjuva bir anlayıştır… Bir de böyle bir birleşme toplumsal gelişmenin, proletaryanın çıkarına da olmayabilir. Birleşme amacı birleşecek olanların birlikte yaşadıkları halkların devriminin aleyhine de olabilir. Bu durumda bunu dert etmek bir komünistin görevi olabilir mi? Somut durumda birleşme değil de birleşmeme proletaryanın çıkarına olursa o zaman birleşmemeyi savunmak gerekir. Sovyetler Birliği’nin Fin ulusunun ayrılmasını savunmadığı halde ayrılmasına engel çıkarmayıp onu ayrı bir devlet olarak tanıması nasıl KKTH’nin reddi anlamına gelmezse somut durumda proletaryanın çıkarına aykırı ise birleşmeyi savunmamak da KKTH’nin reddi anlamına gelmez.
Her bir parçada farklı uluslaşma süreçlerinin geliştiği, ekonomik-siyasi vb. bakımdan önemli farklılaşmaların oluştuğunu düşünürsek her bir parçadaki ulusal hareketin farklı bir amaç güdebileceğini de gözetmek gerekir.
Bunun dışında birleşme yönündeki bir hedef somut koşullara göre hareket etmeyi engeller. Bir eğilim olarak halkların gönüllü-özgür iradesine dayanan birleşmeyi savunmak farklıdır ama bunu somut bir hedef, öncelik olarak belirlemek farklıdır. Komünistler farklı uluslardan toplulukların yoğun oldukları bölgelerde demokratik merkeziyetçilik temelinde özerk olmalarını savunurlar. Büyük merkezi devletler içinde çeşitli ulusların özgür-eşit birliğinden yanadırlar. Ama bunu savunmaları zoraki planlamalarla, toplumsal farklılıkları, somut koşulları ihmal eden bir iradecilikle hareket etmeleri anlamına gelmez ve gelmemelidir.
Dört parçada da ezilen ulusların farklı uluslaşma süreçleri geçirdiğini, farklı toplumsal ilişkilerin parçası olduklarını ve her bir parçadaki ulusal hareketlerin bu koşullara göre somut biçimler kazandığını biliyoruz. Ayrıca farklı amaç güttükleri (bağımsızlık, özerklik) ve farklı ilişkiler geliştirdikleri de görülüyor. Yani ulusal hareketler aynı amacı değil, parçası oldukları siyasi ilişkiler içinde farklı amaçlar güdüyorlar. Kendilerine, bulundukları sınırlar içinde hedefler belirliyorlar. Diğer parçalardaki hareketlerle ideolojik bazda aynı amacı taşıdıklarında da her biri kendi sınırları içinde örgütlüdür. Örneğin amacı özerklik, özerk bölgelerin birliği olan ulusal hareketlerin her biri kendi “varlık zemini”nde bu hedefi gerçekleştirmeye yönelmiş, aynı doğrultuda, ama farklı zeminde örgütlenmiştir. Diğer yandan KDP “bağımsızlık” eğilimini kışkırtarak ulusun diğer güçlerine karşı yoğun bir baskı ve sindirme politikası gütmektedir. Irak’taki ulusal birliğe önderlik eden hareket buradaki ulusal mücadelede rol oynamıştır. Genel olarak, o zaman da, şimdi de ezilen ulusun ulusal hareketleri önlerine doğrudan veya açık biçimde “birleştirme” hedefini koymuyorlar. Yaşadıkları sınırları içindeki parça için ve farklı hedefler koyuyorlar. Diğer parçalarla ilişkileri olmakla beraber, her ulusal hareket kendi ulusal kurtuluş mücadelesini vermektedir… Kaldı ki her bir parçadaki mücadelede burjuva sınıflar, kendi ulusal pazarlarına hâkim olma amacı güttüklerinden diğer parçalardaki burjuva sınıfların, “kardeş olsalar bile” pazar ortaklığını istememektedirler! Bu nedenle pazarın birleşmesinin her parçadaki burjuvazinin çıkarına olmayacağı, bu anlamda bir ortaklık güçlü-gelişmiş olanın çıkarına olacağından diğerlerinin bunu benimsemek istemeyeceği, üstelik kendi pazarı ile ilgili soruna bir çözüm bulamamışken diğer parçalardaki pazar üzerinde tasarrufta bulunmasının kolay olmayacağı bilinmelidir.
Bir komünist partisi, İbrahim’in dediği gibi “kendi sınırları” içindeki ulusal soruna doğru çözüm getirmekle yükümlüdür. Her bir parçada aynı sorumluluk yerine getirilirse hem tarihi haksızlık doğru bir çözüme kavuşturulmuş olacak hem de ezilen ulusun kiminle birleşeceği kimden ayrılacağı konusunda daha sağlıklı karar vermesinin koşulları oluşacaktır. Türkiye’de devrim gerçekleştiğinde tam hak eşitliği temelinde KKTH tanınacak ve ezilen ulusun örneğin Irak’ta bağımsızlığını kazanmış gerici bir devletle birleşmek üzere ayrılma kararı alması devrimin aleyhine olacağından böyle bir birleşmeyi savunmayacaktır. Finlandiya’nın ayrılması kararına Lenin’in yaptığı gibi istemeden o el sıkılır, fiziki bir engel çıkarılmaz…
Dolayısıyla daha baştan birleşme amacı gütmek hem ulusun kararını hiçe saymak hem de birleşmeyi, içeriği bilinmeden onaylamak gibi bir yanlış milliyet ilkesine takılı kalmayı içeriyor. Bir de ayrılma devrimin lehine de olabilir. O durumda birleşmeyi savunmanın anlamı olmaz vs.
İbrahim’in “tarihi haksızlık” olarak tanımladığı şey ezilen ulus bölgelerinin parçalanarak devletler tarafından ilhakıdır. Bu tarihi haksızlık her bir parçada farklı biçimler kazanmıştır. Uluslaşma süreçleri farklı ekonomik-siyasi ilişkiler içinde tamamlanmıştır. Dolayısıyla ilhakın sonucu olan ama sonrasında farklı özellikler kazanan, tabi kılındıkları ülkedeki toplumsal ilişkilerin, devrimin kapsamında kalan ve bunlarla belirlenen bir gerçeklikten bahsediyoruz. Bu anlamda “parçalama” (tarihi haksızlık) artık sınıf mücadelesini, sosyal gelişmeyi doğrudan doğruya köstekleyen bir özelliğe sahip olmadığından onun birleştirilmesini amaç edinmek hem bu özgünlüğü görememek hem burjuva bir amacı kendine amaç edinmek hem de bunu her somut koşulda devrimin çıkarına göre düşünmemek, daha baştan elini kolun bağlayıp kendini burjuva amaca teslim etmektir…
İbrahim’i Tek Yanlılıkla Savunma Olanaksızlığı
Ş. ATAKAN İbrahim’in Şeyh Sait meselesindeki yaklaşımını şöyle açıklıyor: “… Şovenizme hiç taviz vermeden yaklaşmıştır… Ulusal niteliğine parmak basmıştır. Ve her koşulda milli demokratik bir muhtevaya sahip olduğunu vurgulamıştır…”
Sadece şovenizme değil ezilen ulus milliyetçiliğine de dikkat! Sadece ulusal nitelik değil feodal yönünü de unutmamak! Her koşulda sadece milli demokratik değil bir de demokratik olmayan özelliği görmek!
Ş. ATAKAN ezilen ulusa dönük her türlü zulme/baskıya karşı çıkarken İbrahim’in tavrını örnek gösteriyor. Bu olumludur; ancak İbrahim’in tavrının eksik anlaşıldığını, ideolojik-politik özelliğinin anlaşılmadığını da söylemeliyiz.
İbrahim herhangi bir gerekçe ile bir ulusun başka bir ulus karşısında ulusal imtiyazlar elde etmesine, bu içerikteki bir amacın meşrulaştırılmasına, savunulmasına karşı ulusların tam hak eşitliğini savunur. O ulusal baskının, sosyal şovenizmin amansız düşmanıdır. Bu konuda o enternasyonal proletaryanın örnek tutumunu ortaya koymuştur. Onun bu tutumunun ders niteliğinde olduğunu hiç şüphe duymadan söylemeliyiz. Bu ders niteliğindeki tutumun ulusal hareketin gelişmesine paralel dikkat çekmesi, yeri geldikçe takdir görmesi elbette hiç şaşırtıcı değildir. İbrahim’in bu konuyla ilgili görüşlerine en azından saygı duyulduğunu biliyoruz. Bununla birlikte onun görüşlerinin, bütünlüklü düşünmek yerine eklektik bir yaklaşımla ve kendi görüşlerini desteklemek amaçlı tek yanlı kullanıldığına da özellikle son dönemde, rastlar olduk! İbrahim’in olguları bütün yönleri ile, sınıfsal karakteri temel alarak çelişkileriyle tahlil etmesi ve her bir yönün niteliğini ortaya koyması ve karşı tavrı buna göre belirlemesi yeterince anlaşılır olmuyor belli ki!
Şeyh Sait meselesini de İbrahim sadece bir yönü ile değil bütün özellikleriyle değerlendirmiştir. Ulusal baskı ve zulme karşı çıkarken hareketin bundan kaynaklanan demokratik özelliğini olumlamış ve KKTH’yi kayıtsız-şartsız savunmak ilkesiyle hareket etmiştir. Bu ilkenin özünü tamamen kavramış olduğunu, bu konudaki burjuva tezlerin içeriğini teşhir ettiğini de net olarak görebiliyoruz. Bu harekete önderlik eden sınıfların ayrıcalık elde etme amacını görerek UKKTH’yi savunurken bu amaca hiçbir biçimde destek olunmayacağını da ortaya koymuştur. İbrahim’in özel olarak bu mesele ile ilgili yaklaşımının tek yönlü ele alınması onun ulusal soruna yönelik Marksist kavrayışını çarpıtmak olur. Onun yaklaşımı sadece olumlama içermez, aynı zamanda proletaryanın kendini egemen sınıfların çıkarlarından hangi biçimde ayırması gerektiğini de göstermek üzere olumsuzlama içerir. Bunun ihmal edilmesi İbrahim’e tam bir haksızlıktır! O yüzden Ş. ATAKAN’ın bu konu üzerine yazdıklarını ele almak gerekiyor.
İbrahim ulusal mücadelenin ulusal baskı ve zulme yönelen özelliğini ona önderlik eden sınıfların ayrıcalık içeren gerici özelliğinden ayırmamız gerektiğini öğretir. Lenin’in, Stalin’in öğrettiği de budur.
Şeyh Sait hareketi konusunda İbrahim harekette İngiliz parmağı olduğu gerekçe gösterilerek katliamın meşrulaştırılmasına karşı çıkmakla kalmıyor bu iddia doğru olsa bile KKTH’nin savunulmasından vazgeçilemeyeceğini, bu hakkın her şeye rağmen geçerli olduğunu, hareketin ulusal baskı ve zulme yönelen ilerici bir özellik taşıdığını, bu özelliğin de desteklenmesi gerektiğini söylüyor; ama şunları söylemeyi de ihmal etmiyor; “… Bu hareketin (Kastettiği Ağrı, Zilan, Şeyh Sait ve Dersim ulusal hareketleridir-bn.) ‘milli’ karakterlerinin yanında, bir de feodal karakterleri vardır; o zamana kadar kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, merkezi otoritenin bu hükümranlığı tehdit etmeye başlaması üzerine, bu otoriteyle çatışmışlardır.
“Feodal beyleri merkezi otoriteye başkaldırmaya iten esaslı etken budur…” (İ. Kaypakkaya, 2013, s 235)
Feodal beylerin kendi hükümranlık alanlarına yönelen tehdide karşı ezilen ulus burjuvazisinin kendi pazarına egemen olma amacı ile birleşmesini İbrahim koşulları içinde değerlendirmiş ve merkezi devletin ulusal baskısına yönelen bu birleşmede ulusal karakterli mücadelenin temeli oluşturduğunu görmüştür. Ezilen ulusun köylülerinin ve diğer emekçilerin milli baskıya duyduğu güçlü tepki de bu iki sınıfın amaçları ile birleşmiştir. Bu sınıfların her biri harekete kendi çıkarı doğrultusunda katılırken onlara ayrımsız uygulanan milli baskı onları asgari düzeyde ortaklaştırır. Dolayısıyla bu ortaklık ayrımsız bir ulusal çıkara dayanmaz ve milli baskının amacı bakımından da bir eşitlik yaratmaz.
İbrahim sadece Şeyh Sait değil ezilen ulusun diğer hareketleri ile ilgili de benzer bir anlayıştadır. Ş. Sait hareketini ortaya çıkaran ve bu hareketin şiddetle bastırılmasını belirleyen ulusal baskı politikası saydığımız diğer hareketlere karşı da uygulanmış, benzer propagandalar onlar için de yapılmıştır. “… Komünistler bu isyanların zulme, milletleri ezme politikasına, eşitsizliğe, imtiyazlara karşı yönelen ilerici ve demokratik yanını destekler; ama feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık sağlamak istemesine veya burjuvazinin kendi üstünlükleri uğruna mücadelesine de karşı çıkarlar; hiçbir milletin burjuva ve toprak ağaları sınıfının imtiyazını ve üstünlüğünü savunmazlar.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 237) İbrahim sadece ulusal baskıya, eşitsizliğe, şovenizme değil ezilen ulusun burjuva ve toprak ağalarının kendi imtiyaz ve üstünlük amacına yani demokratik amacın-karakterin ötesinde burjuvazi için “olumlu eylem”e de karşıdır. Ezilen ulusun burjuvazisi için olumlu bu eylemi proletaryanın çıkarları açısından değerlendirir. Proletarya bu eyleme, dolayısıyla burjuva amaca tabi olursa, onu kendi çıkarlarının ötesinde desteklerse farklı uluslardan proleterlerin, emekçilerin birliğine zarar vermiş olur. O yüzden proletarya kendisini hareketin demokratik muhtevasını desteklemekle sınırlamalı, bunun ötesine geçen her eylemle arasına mesafe koymalıdır… Ayrıca, İbrahim’in de belirttiği gibi o dönemki bu hareketler milli karakterlerinin yanında feodal bir karakter de taşımaktadırlar. Bugün için de bu özelliği yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin daha yeni seviyede ve farklı biçimlerde taşıdıkları unutulmamalıdır. Buna rağmen söz konusu feodal karakter, hareketlerin temel karakteri değildir. Mesela Afganistan’da Taliban emperyalist işgale karşı ulusal bir mücadele sürdürüyor; oysa ulusal mücadeleye önderlik eden sınıflar feodal sınıflardır. Böyle olmasına rağmen esasen ulusaldır ve emperyalist işgale karşı tavrından ötürü objektif olarak demokratik bir muhteva taşımaktadır. Feodal sınıfların kendi hükümranlıkları/üstünlükleri uğruna mücadele etmelerini asla desteklemeyiz. Afgan halkının bağımsızlığı için işgale, milletleri ezme politikasına karşı çıkarken bu özelliği asla olumlamayız, halkın bu gerici özelliğe karşı da mücadele etmesi gerektiğini savunuruz. Bu özellik ulusal hareketlerin ulusal baskıya ve zulme, kimi durumlarda işgallere karşı içerdikleri demokratik niteliği görmemize ve desteklememize engel olmaz!
İbrahim’in Ş. Sait meselesine ulusal hareket içinde özel olarak değinmesinin nedeni “İngiliz emperyalizminin desteği” gerekçesiyle ulusal baskı politikasını savunan sözde komünistlerdir! Bu sözde komünistlere şöyle yanıt verir: “Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savunulamaz…” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 239)
Ş. Sait hareketi örnek verilerek İbrahim’in harekete önderlik eden sınıfların amaçlarını da desteklediğini ileri sürmek onun savunmadığı, kendinize ait bir fikri ona mal etmektir. O bu hareketin ulusal baskı ve eşitsizliğe yönelmesini olumlarken, bunu görmezden gelerek “feodal ve işbirlikçi”lik gerekçesiyle onu gerici ilan eden, KKTH’yi tanımayan ve buna karşı her türlü baskıyı meşru değerlendirip destekleyenlere karşı çıkar. Ancak görevin bununla sınırlı olmadığını bilir, devamında bu harekete önderlik eden sınıfların niteliğini-amacını ve neden onların sonuna kadar desteklenemeyeceğini, kendimizi demokratik muhteva ile sınırlamamız gerektiğini ortaya koyar. Ezen ulusun baskısına olduğu gibi emperyalizmin her türlü müdahalesine de karşı çıkarak ezilen ulusun kaderine kendisinin karar vermesini ve eğer ayrılma yönünde bir kararı olursa bunu “bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından” yargılayarak destekleyip desteklemeyeceğimize karar vermemiz gerektiğini savunur. Karar hangi doğrultuda olursa olsun, her halükârda her türlü ulusal baskıya, emperyalist müdahaleye ve ezilen ulus burjuvazisinin, toprak ağalarının, mollaların, şeyhlerin gerici amaçlarına karşı mücadele etmek temel bir sorumluluk olarak devam eder. Komünistlerin temel görevi hangi ulustan olursa olsun egemen sınıfların gerici amaçlarına kendi egemenliklerini sağlamlaştırma çalışmalarına karşı mücadele etmektir.
“Özetlersek, her milli harekette olduğu gibi Kürt milli hareketinin de iki niteliği vardır:
Birincisi, Türk burjuva ve toprak ağalarının milli baskılarına, imtiyazlarına, devlet kurma imtiyazına, zulmüne ve zorbalığına karşı yönelmiş genel demokratik muhteva.
İkincisi, Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye, böylece Kürt burjuva ve toprak ağalarının üstünlük ve imtiyazlarını gerçekleştirmeye yönelen gerici muhteva.” (İ. Kaypakkaya, 2013, s. 242) Yani Ş. ATAKAN’ın iddia ettiği gibi “her koşulda milli demokratik muhteva”ya değil, aynı zamanda gerici bir muhtevaya da sahiptir.
Bizim kayıtsız-şartsız desteklediğimiz genel demokratik muhtevadır. Gerici muhtevayı bundan ayırmak ve hiçbir biçimde desteklememek gerekir. İbrahim Ş. Sait hareketi de dahil ulusal nitelikli bütün hareketleri böyle değerlendirmiştir. Bunun dışında bir yaklaşım ne İbrahim’e mâl edilebilir ne de komünistler tarafından savunulabilir…
Toplumsal Çelişkiler Zihin Dünyasında Çözülmez!
Ş. ATAKAN’ın yanlış yaklaşımı ezen-ezilen cins çelişkisi ile ilgili görüşlerinde de bariz biçimde görülüyor. Ş. ATAKAN inandığı şeye, kendisi inandığı için sadece, inanmamızı istiyor; onun yaklaşımına göre bir görüşün yanlış olduğunu söylemesi onun yanlış kabul edilmesine yetmeli. Kendi görüşünün doğruluğunun ve eleştirdiği görüşün “kesin” yanlışlığının nedenini anlatmaya da bu yüzden gerek duymuyor. Dolayısıyla ne kendisi konuyu tartışıyor ne de tartışmak için size yeterince veri/olanak sunuyor. Bundan dolayı biz, tema olarak İbrahim alındığı için yaptığımız bu tartışma boyunca olduğu gibi, genel olarak görüşümüzü anlatarak onun iddialarının asılsızlığına dikkat çekmekle yetineceğiz.
Ş. ATAKAN kadın ve LGBTİQ+ sorununun temel meseleler olarak ele alınmamasını sadece İbrahim’in değil ustaların da ciddi hata ve eksikliği olarak tarih sayfalarında kayda geçtiğini iddia ediyor. “Temel mesele, çelişki”ye dair görüşümüzü yazmadan önce Clara Zetkin’in Marks ve Lenin için söylediklerini aktarmak istiyoruz.
“Kuşkusuz Marks, kadın sorunu üzerinde, ‘özellikle’ ve ‘ayrı bir sorun’ olarak durmadı. Gene de bütün haklara kavuşma yolunda kadının savaşımı için hiç yapılmamış olanı, en önemlisini yaptı. (abç) Materyalist tarih kavramıyla kadın sorunu üzerine bize hazır formüller vermedi ama, daha iyi bir şeyi, bu sorunu araştırmak ve kavramak için doğru ve sağlam bir yöntem verdi. (abç) Genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal ilişkilerin ışığında kadın sorununu açıkça anlamamıza, bunun devindirici ve taşıyıcı güçlerini tanımamıza, bu güçlerin götürdüğü hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün koşullarını bulabilmemize, ancak materyalist tarih anlayışı olarak sağlamıştır.” (C. Zetkin, 2008, s. 11)
“Kadınların Lenin’e neyi borçlu olduklarını tam olarak öğrenmek isteyen, onun bütün yazdıklarının derinine inmeli, Bolşevik Partisinin, Komünist Enternasyonalin, ilk işçi ve köylü cumhuriyetleri birliğini yaratan devrimin tarihini incelemelidir. Ancak o zaman, ancak ondan sonra, Lenin’in üstün büyüklüğünü ve kadının kurtuluşu yanında insanın özlediği her şeyin kurtuluşu için önemini birlikte kavrar.” (C. Zetkin, 2008, s. 13)
- Zetkin gibi komünistler “hazır formüller” aramak yerine ustaların ortaya koyduğu doğru ve sağlam yöntemle tarihsel gelişmenin ve toplumsal ilişkilerin seyri içinde sorunları kavramaya çalışırken Ş. ATAKAN gibiler “hazır formüller” sunmayan ustaların eksikliklerine odaklanırlar. C. Zetkin’in kadın sorunu üzerinde “özellikle” ve “ayrı bir sorun” olarak durulmamasına yaklaşımı ile Ş. ATAKAN’ın yaklaşımı birbirinden tamamen farklı. C. Zetkin “hiç yapılmamış olanı, en önemlisini yaptı” diyerek kadının kurtuluşu için Marksizmin yol göstericiliğini esas alırken Ş. ATAKAN ne Marksizmle doğru bir ilişki kurabiliyor ne de kadının kurtuluşu için doğru bir tutum geliştirilebiliyor. Clara, Lenin’in bütün yazdıklarının derinine inmekten, Bolşeviklerin ve devrimin tarihini incelemekten bahsediyor, Ş. ATAKAN sığ sularda kulaç atmaya çalışıyor; “kadının kurtuluşu yanında insanın özlediği her şeyin kurtuluşu için önemini birlikte” kavramak yerine, birbirinden ayrı düşündüğünden bunları “birlikte” düşünen ustaları tarih sayfalarında mahkûm ediyor. C. Zetkin onların insanlığın ilerici tarihindeki rolünün önemini tam bir açıklık, kararlılık ve hayranlıkla ortaya koyuyor. Ş. ATAKAN hangi tarihi okuyor bilmiyoruz ama onun okuduğu sayfaların C. Zetkin’in savunduğu tarih sayfalarında olmadığı tartışmasız.
Bugüne kadar hiçbir komünist-usta herhangi bir toplumsal sorunla ilgili tam ve kesin çözümler gerçekleştirdiğini söylemedi, aksine sorunların her seferinde önümüze farklı biçimlerle farklı görevler çıkardığını ve bunların çözümünü toplumsal hareketin kendisinde üretebileceğimizi öğretti. Bu bakımdan komünizm bir hedef olmaktan başka ve esas olarak toplumsal sorunlar karşısındaki görevlerimizi içeren sürekli bir mücadele halidir. Dolayısıyla bu amaç gerçekleşene kadar hiçbir şeyi tam ve tamamlanmış düşünemeyiz. Tamamlanmış sayılan şeyler bile tamamlanması gereken hedefin o uğraktaki bir parçasıdır. Komünist ustalar hiçbir zaman kendilerinin eksiksiz olduğunu düşünerek hareket etmediler, onlar her zaman mevcut toplumsal çelişkileri çözmeye odaklandılar ve bu çerçevede teoriler geliştirdiler. Lenin Marks’tan sonraki dönemde önünde olan sorunlara odaklanarak Marksizme nitel katkılarda bulundu, Mao gene aynı anlayışla toplumsal sorunlara çözümler üretti, geliştirdiği teorilerle Marksizme nitel katkılar yaptı. Toplumsal hareketin, çelişkilerin onların önüne çıkardığı temel sorunlara Marksizm bilimi ile temel çözümler üreterek önlerindeki eksiklikleri giderdiler. Lenin Marks’ın geliştirdiği, Mao da Lenin’in geliştirdiği teori seviyesinde kalsaydı ne teori geliştirilmiş olurdu ne de onlar usta olabilirdi. Ne Lenin Marks’ı kendisinin geliştirdiği teori için eksiklikle suçladı ne de Mao Lenin’i… Onlar tam da toplumsal hareketin çelişkilerini evrensel bir anlayışla ama özgünlüklerini içinde kavramanın mümkün olduğunu bilerek hareketin eksikliklerini gidermeye yoğunlaştılar. Bunu yaparken de teorinin bugünün ve geleceğin bütün sorunlarına eksiksiz çözüm getirdiğini/getireceğini düşünmediklerinden her zaman için teorinin geliştirilmesi doğrultusunda çalışmaya devam ettiler.
Marksizm toplumsal hareketin kendisini temel alarak, somut ve çözümlenebilir çelişkileri bu hareketin gelişimi doğrultusunda görüp ayırt ederek, bunların oluşturduğu bütünlüğün her bir çelişkiyle ve her bir çelişkinin de diğerleriyle ilişkisini kavrayarak teori düzeyine gelebilmiş ve halen bir bilim olarak gelişmektedir. Çelişki her şeyin olduğu gibi toplumların da dinamiğidir ve daha da önemlisi bir toplumsal hareket her zaman için, birbirine asla eşit olmayan birçok çelişki içerir. Bunlar arasındaki ilişkileri kavramak ve bunların bütün hareket içindeki yerlerini saptamak bir Marksist için her zaman temel problemdir. Ş. ATAKAN cinsiyete dayalı çelişki hakkında düşünürken işte bu temel problemin uzağındadır, hem de tamamen!
Sosyalizm Cinsiyet Eşitliğini Koşullar!
Bir devrim sürecinde birden çok çelişki olduğunu veya olacağını biliyoruz. Bu çelişkilerin devrimin niteliği, kapsamı, yolu üzerindeki etkileri onları sınıflandırmamızda etkendir. Başlıca çelişmeler devrim sürecini doğrudan ve önemli derecede ve tüm süreç boyunca etkileyen/etkileyebilecek çelişmelerdir. Bu nedenle devrimin strateji ve belirleyici önemdeki taktiklerini belirleme özelliği gösteren çelişmeleri başlıca çelişmeler olarak tanımlıyoruz. Yarı-feodal, yarı-sömürge Türkiye için emperyalizmle halkımız, geniş halk yığınlarıyla feodalizm, proletarya ile burjuvazi ve hâkim sınıfların kendi aralarındaki çelişmeleri başlıca çelişmeler olarak tanımlıyoruz.
Kuşkusuz çelişmeler bunlardan ibaret değildir. Fakat bunlar “başlıca” diye tanımlanarak ayrıştırılmış, belirginleştirilmiştir. Devrim bu çelişmelerin çözülmesi ve çözüm yoluna girmesidir; başka bir ifadeyle devrim sürecinde bu çelişmeler çözülecek veya çözüm yoluna girecektir.
Cins çelişkisini başlıca çelişmeler arasına koymak için bu çelişmenin devrimimizdeki rolünü, devrimin bu çelişmeye etkisini, devrimin kapsamına, niteliğine ve yoluna ayırt edici katkısını ortaya koymak gerekir.
Bu konuda fikir üretenler nesnel bir değerlendirme yapmadan, salt bu çelişmenin varlığından hareket ederek sonuç çıkarmaktalar. Örneğin devrimimizin milli karakteri emperyalizm ile halkımız arasındaki çelişkiyi çözecek olmasından kaynaklanır; devrimimizin demokratik karakteri feodalizmin tasfiyesini içerir; devrimimizin proleter karakteri devrimin önderliğinden kaynaklanır ve bu da proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmeyi içerir… Cins çelişkisi devrimimizin niteliğini, kapsamını, yolunu belirlemek bakımından bu düzeyde bir etkiye sahip değildir. Devrimimizi bir kadın devrimi olarak tanımlamıyoruz, çünkü devrimimiz bunu içeren çelişkinin çözümü üzerinde ilerlememektedir. Elbette cinsiyetler arasındaki eşitsizliği çözmek adına devrimimizin de adımları olacaktır. Feodalizmin tasfiyesi örneğin kadın üzerindeki feodal baskının da tasfiyesini içerir. Ancak bu kadın devrimi tanımı için yeterli değildir. Kadının kurtuluşu esasen sosyalizm sürecinde gerçekleşebilir ki bunun nedeni özel mülkiyetin ancak sosyalizmde kalkacak olmasıdır. “Bütün özgürleşme yasalarına karşın (…) kadının gerçek özgürleşmesi, gerçek komünizm, ev işletmeciliğinin küçük işlerine karşı (devletin dümeninde oturan proletaryanın yönetiminde) yığınsal savaşımın ya da daha doğrusu, bu işin sosyalist büyük ekonomiye yığınsal olarak dönüştürülmesinin başladığı yerde ve zamanda başlayacaktır.” (V. İ. Lenin, 2008, s. 221) Özel mülkiyetin varlığını sürdürdüğü hiçbir yerde kadının kurtuluşu veya genel olarak cinsiyet eşitliği gerçekleşemez. Çünkü bunun önündeki temel engel toplumsal eşitsizlik veya sınıfların varlığıdır. O yüzden küçük üretimin sosyalist büyük ekonomiye yığınsal dönüşümü gerçekleştirilmeden kadınların gerçek özgürleşmesinden bahsedilemez.
Kadın sorununu üretimin toplumsal temelinin dönüştürülmesi amacına bağlı çözmeyi düşünmeyen hiçbir hareket kadın özgürleşmesi alanında gerçek bir ilerleme sağlayamaz. Devrimlerde kadınlar genelde olumlu roller oynamışlardır. Bunu burjuva devrimlerinde de gördük. Fakat devrime katılımda kadınların etkin olması iktidar sürecinde de etkin olacakları anlamına gelmez. Bu da kurulacak yeni düzende üretim biçimi ve üretim ilişkileri ile ilgili bir meseledir. Demokratik Halk Devrimi ile kurulacak düzende cinsiyetlerin eşitliği için yeterli bir gelişme sağlanmış olmayacaktır. Çünkü küçük üretim ataerkilliğin temel dayanağı olarak bu sorunun devamını sağlayacaktır.
Bu salt kültürel-siyasi dayanağı olan bir mesele değildir, bunlar üretim ilişkilerinin üst yapısal sonuçları olarak karşımıza çıkar. “Proleter kadın hareketi, yalnız biçimsel bir eşitlik için savaşımı değil, kadının ekonomik ve sosyal eşitliği için savaşımı da birinci görev edinmiştir.” (V. İ. Lenin, 2008, s. 239) Proleter kadın hareketini her türlü burjuva feminist hareketten ayıran temel fark da budur. Ezilen cins için demokrasi, kadının ekonomik ve sosyal eşitliğini sağlamadıkça soruna gerçek bir çözüm getirilmiş olmaz. Ezilen cins için demokrasi eşitsizliği biçimsel olarak sınırlandırılabilir ama bu eşitsizliğin temeli olan üretim ilişkileri varlığını korudukça kadın (ve tabii ki tüm ezilenler) için biçimsel olan demokrasiyi sınırlayarak eşitsizliği üretmeye devam edecektir. “Sovyet iktidarı iki yıl içinde Avrupa’nın en geri ülkelerinden birinde, kadının kurtuluşu ‘güçlü’ cinsle eşit duruma gelmesi yolunda, bütün dünyanın bütün ileri, aydınlanmış, ‘demokratik’ cumhuriyetlerinin hepsinin 130 yılda yaptıklarından daha çoğunu yapmıştır.” (V. İ. Lenin, 2008, s. 233) Aradan bir 100 yıl daha geçtiği halde proleter devrimlerin yarattığı ilerlemelerden hızla ve çok fazla uzaklaşıldığını gösteren düzeyde cinsiyet eşitsizliğinin geliştiğini görüyoruz. Çünkü en burjuva demokratik ülkede bile kadın, burjuva düzeninin bütün gerici zincirleriyle bağlanmıştır. Onun kurtuluşu bu zincirleri gevşemesinde değil ekonomik ve sosyal kurtuluşu da sağlayacak şekilde büsbütün kırıp atılmasındadır. O yüzden kadının sosyalizmin zaferinden başka gerçek kurtuluşu mümkün değildir.
Cinsiyet eşitliği esasta farklı çelişkilerin çözümüne, özellikle sınıfsal çelişkilerin çözümüne bağlıdır. Bizim toplumumuzda kadınların yaşadığı sorunları belirleyen çelişki feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişki olduğundan kadın cinayetleri dahil birçok sorun bu sorun ile bağlantılı çözülebilir. Keza “eşit işe eşit ücret” gibi taleplerin karşılanması da Yeni Demokratik Devrim ile mümkündür. Kadın sorununa bağlı hemen her sorunun kaynağında sınıfsal özellikler bulunur ve devrimimizin “kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” şiarı bu özelliği vurgular.
Egemen cinsle ezilen cinsiyetler arasındaki çelişkinin başlıca çelişmeler arasına konması devrimimizle, dolayısıyla mevcut toplumsal ilerlemenin çözmekte olduğu ve çözebileceği sorunlarla, bütün olarak mevcut toplumsal sistemin yıkımıyla ilişkilendirilmediğinde sadece düşünsel bir kategori yaratmak olacaktır. Oysa hiçbir çelişme biz öyle istiyoruz veya gerekli olduğunu düşünüyoruz diye başlıca çelişme haline gelmez; bunu o çelişmenin toplumsal ilerlemedeki gerçek konumu ve çözüm olanağı belirler.
Kısacası başlıca çelişmeler meselesi nesnel durumdan hareketle tartışılabilir bir meseledir. Herhangi bir çelişmenin bizim için önemli olup-olmamasıyla ilgili değildir, devrimimizin niteliği ile ilgilidir. Devrimimizin niteliğiyle, mevcut toplum biçiminin genel doğrultusuyla açıklanmayan bir başlıca çelişme kategorisi zihin dünyasının gerçeğe yansıtılmasından ibaret, gerçek dışı bir kavrayışın ürünüdür…
Marksizm Özümsenmeden İbrahim Savunulamaz!
Tartışma boyunca Ş. ATAKAN’ın tarihsel materyalizm bilgisine, literatürüne ve yöntem bilimine karşı “inancılık”la (fideizm) sakatlanmış bir yaklaşımla hareket ettiğini gördük ve gösterdik. Bunun, İbrahim savunusu görünümünde yapılmasına rağmen, tamamen ve temel olarak İbrahim’e, dolayısıyla MLM’ye karşı bir yaklaşım olduğunu ortaya koyduk. Eleştirilerdeki çelişkileri belirleyen bu tutarlılık nedeniyle İbrahim, bütün yazı boyunca görüşleri sık sık çarpıtılarak hem kendisi ile hem de gerçek ardılları ile karşı karşıya konmuştur. Ayrıca İbrahim komünist ustalarla, daha doğrusu temel aldığı Marksizm bilimi ile de sözüm ona çatıştırılmıştır. Kısaca İbrahim’i İbrahim yapan ne varsa İbrahimcilik adı altında onun karşısına konulmuş, İbrahim bunlardan soyutlanmaya çalışılmıştır. İbrahimcilik adına İbrahim’in inkârına dayanan bu görüşlerin gerçek niteliğini ortaya serdik. Kuşkusuz Ş. ATAKAN’ın yöntemi-anlayışı ona has değil, İbrahim’le ilgili değerlendirmelerde çok sık karşılaştığımız bir sorundan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu anlayışlarla-görüşlerle mücadele etmek bizim için asla sadece körü körüne veya inatla İbrahim’i savunmak değildir. Öyle olursa İbrahim’i savunurken ona “saldırma”nın başka biçimlerine düşebiliriz. Proleter sınıfın kurtuluşu için olmazsa olmaz olan bilimsel öğretiyi, onun çıkarlarını temel alan hareketin bakış açısına da sahip çıkıyoruz. İbrahim tam da bunları temsil ettiği için her zaman olduğu gibi bu tartışmada da temel savunu kaynağımız olmaktadır. İbrahim’i savunmak, ondan öğrenmek, onu Marksizm bilimi doğrultusunda kavrayarak sorunlara çözümler üretmektedir. Onun somut koşulların somut tahlili ilkesine nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu çalışmalarından görebiliriz. Ondan öğrenmek ve ona bağlı kalmak Marksizmin bu en temel ilkesini rehber almaktan geçer. Bir düşünceyi yok etmenin en iyi yolu onu yanlış savunmaktır! İbrahim’in yanlış savunulmasına karşı olduğumuz gibi yanlış savunmamak için onu en doğru biçimde de öğrenmeliyiz. Bunun için onun görüşlerini tekrar tekrar inceleyerek üzerine derinleşmeliyiz.
İbrahim’le ilgili tartışmalar kadar karşı karşıya olduğumuz sorunlar da görüşlerimizi geliştirmek, derinleştirmek için daha fazla öğrenmeye ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. İbrahim bize sadece yöntem sunmamıştır, temel sorunlara dair; devrimin yolu-karakteri; dostları-düşmanları, devletin karakteri, hâkim sınıfların niteliği, ulusal soruna dair Marksist anlayış, üzerine temel görüşlerimizi de belirlemiştir. Bugünü kavramak için bu temel görüşleri rehber almalı ve toplumsal ilişkileri-çelişkileri sınıfların sınıfsal özelliklerinden, konumlanışlarından hareketle çözümlemeliyiz. Bunlar arasındaki ilişkileri kavramak ve bunların bütün hareket içindeki yerlerini saptamak bir Marksist için her zaman temel bir sorumluluktur. İbrahim bu bütünlüğü doğru biçimde kurduğu-kavradığı için önderlik vasfını kazanmıştır. İbrahim’i parçada olumlayıp-doğru görüp bütünde olumsuzlayanlar onun teorisinin bu özelliğini ya kavramamışlardır ya da bilinçli bir manipülasyonla karşı karşıyayız. Bu yüzden İbrahim’i, bütünlüğü içinde, bütünlüklü kavramak bizim için önemlidir. Onun teorisinin iç tutarlılığı bütünlüğündedir. Bunu bozan yaklaşımlara karşı savunmamız gereken şey bu bütünlüktür…
KAYNAKÇA
- V. Stalin, 1990, Eserler, Cilt 6, İnter Yayınları
- İ. Lenin, 1993, Seçme Eserler, Cilt 2, İnter Yayınları
- Mao Zedung, 1993, Seçme Eserler, Cilt 5, Kaynak Yayınları
- İ. Lenin, 1997, Seçme Eserler, Cilt 11, İnter Yayınlar
- İ. Lenin, 1997, Marx-Engels Marksizm, Sol Yayınları, ANKARA
- Mao Zedung, 2000, Seçme Eserler, Cilt 6, Kaynak Yayınları
- Marx-Engels-Lenin, 2008, Kadın ve Aile, Sol Yayınları, ANKARA
- İbrahim Kaypakkaya, 2013, Bütün Eserleri, Umut Yayımcılık, İSTANBUL
- Herakleitos, 2014, Fragmanlar, 1. Basım, ALFA
- Mao Zedung, 2020, Yeni Demokratik Devrim, Umut Yayımcılık, İSTANBUL