Düşmanın Gözü Kör Olsun(!)
Bazen yoldaşlar arasında ağır bir şakaydı bu söz; “düşmanın gözü kör olsun, bizi sana maruz bırakıyor” diye bir şaka yapılırdı. Her ne kadar bu şakanın artık her türden ideolojik köküne kibrit suyu dökülse de artık aslı ile karşı karşıyayız. 13 Ağustos günü kaypakkayahaber.com sitesinde bu espiriyi gerçek yapan iki adet yazı yayınlandı. Site her ne kadar “Kaypakkaya” adını taşısa da icraat somutta “ajan-kontravari” dediğimiz duruma tekabül eden bir eylem barındırmakta.
İşte böyle bir durumda istemsiz olarak yazmak zorunda kalıyoruz. “Zorunlu açıklama” çok değerli “devrimci jargonumuza” katan siz arkadaşları da yürek acısı ile tebrik ediyoruz.
Geçen seneden bu yana hem PP içerisinde hem de bununla paralel olarak TDH içerisinde tartışmaların olduğu doğrudur, bunu saklamak başlı başına bir basiretsizlik örneği olacaktır. Temmuz 2016’da Türk egemen kliklerinin sözüm ona yaşadığı çatışma “Türkiye’yi kuruluş ayarlarına” getirme ile sonuçlanmış, halen mevcut olan patron-ağa iktidarı ve onun dönemsel sözcüsü AKP; bunu bir darbe koşulu ile fiiliyata dökmüştür. Demokratik alanların daralması, sendikaların yıllarca emeği ile sağlanmış kazanımlarının gasp edilmesi, Kürt ulusal hareketinin geldiği nokta, Gezi eylemlerinin önderliksizlikten boğulması TDH içerisinde de farklı tartışmaları başlatmış, bu süreçte ise tartışmalar bariz bir ideolojik ayrılığa dönüşmüştür. Sadece Proletarya Partisi değil, bir çok devrimci örgüt ve platform şu anda içten içe bu tartışmaları sürdürmektedir. Bariz bir şekilde daralan hareket alanı karşısında “demokratik seçilmiş bir meclisi” daha doğrusu kendisinin temsil hakkı aldığı bir meclisi çıkar yolu olarak görüp ona kenetlenenlerin yanı sıra kuruluşu itibariyle faşist olan bir devlet yapısında hak alımının ve bu hakları garanti altında tutmanın meşru mücadele ve tarihsel zorla imkan bulacağına inananlar mevcuttur. Bu ayrım aslında tarihte defalarca tekerrür etmiştir. Şark Islahat Planı’nın 56’da bitirilmesinden sonra Sovyetler’den esen komün rüzgarını durdurmak istendiğinde 60’larda, anti-emperyalizm olgusu kasıp kavurmaya başladığında 70’lerde; TDH’nin nüveleri oluşmaya başladığında, 80’lerde buna benzer olaylar tekerrür etmiştir. Her defasında bir tarafta revizyonistler bir diğer tarafta devrimciler kalmıştır. Aslında bu ayrım 1905 devriminden sonra 1909 yılında ilk olarak RSDİP içerisinde “Bolşevik-Menşevik” ayrımı olarak cereyan etmiştir. Bir tarafta alışkanlıklarından vazgeçemeyen ve uğradığı baskı ortamını “demokratik alanda kendime bir koltuk alsam yeter” diyerek aşacağını zanneden Menşevikler ve bir diğer tarafta devlet ve devrim gerçekliğinin farkında olan, sınıfın iktidarı için sınıf içerisinde örgütlenen, mevzulara sınıfsal yaklaşan Bolşevikler.
İşte bugün Türkiye’de yaşanan ayrılıkların (bazıları haricinde) en temel konusu burada yatmaktadır. Ve bugün kıyametler kopartan GYDK-TKP/ML ayrılığı da buradan feyz almaktadır. Bir tarafta Anayasa Referandumunu, sağlıklı bir seçim bile yapılamayan bir ülkede bir çözüm gibi yorumlayan ve Türkiye’nin artık kapitalistleştiğini savunan GYDK, bir tarafta parlamentonun bir kürsü hakkı haricinde burjuvazinin ahırından başka bir şey olmadığını bilen TKP/ML. Ancak işin icraatsal yönü daha derindir. Herşey Rojava’dan Avrupa’daki GYDK’ya yazılan ve kendi yoldaşlarını Amed usülü yapmaya varana kadar devrimci değerlerin dışına çıkan ve Proletarya Partisi’nin adım adım nasıl yağmalanabileceğini planlayan, “tüzük ilke dinlemeksizin” diye bir ibare ile her yolun mübah olduğunu söyleyen bir mektupla başladı. Lakin gelişen aşamada “örgütsel sorunlar” diye lanse edilen sıkıntıların önündeki perde yerlere düşmüş ve olayların arkasında “yöneticilik mi, önderlik mi”, “çizgi mi, bireyler mi”, “demokratik alan mı, devrimci savaşım mı”, “kolektif irade mi, bireylerin muhtarlığı mı”, “alternatifini koyarak eleştirmek mi, yoldaşlara karşı sus-pus yanlışları izlemek mi” gibi seçimlere dayanan ve ideolojiye tekabül eden soruların olduğu açığa çıkmış oldu.
Bu sorunlarla birlikte Ağustos 2016 yılında kendini fesih ettiğini duyuran GYDK; daha sonrasından (aynı yıl Aralık ayında) Parti ve Devrim Şehitleri haftasını ve ölümsüzleşen 12’leri fırsat bilerek bir açıklama yayınlamış ve örgütsel iradeye karşı kendi varlığını ortaya koymuştur. Devamında yapılan açıklamalarda (Ocak ayı 2017) bunun bir hizip olduğu açıklanmış ve bir hafta bile sürmeyen ara ile GYDK ve yanındaki imza kalabalığı “bizden ayrılan bir grup” diyerek hem hizibin aslında bir ayrılığa hizmet ettiğini itiraf etmiştir, hem de devam eden açıklamalarla aslında PP’de yönetici durumunda olanların bir çoğunun devrime ve onun örgütlü gücü partiye karşı yaklaşımını da ayan beyan ortaya koymuştur.
Bu tartışmalarda öyle ya da böyle bir şekilde taraf tutan herkes de haliyle aktif bir şekilde tartışmaya katılmıştır. Bunları maalesef ki sosyal medyada ve ozgurlecek.net ve kaypakkayahaber.com’da okumak mümkündür. Boykota çağrı yapan boykotçuları boykot eden, “iradesizdir” dediği PP’de kendisini tek ve yegane irade ilan eden, yarattığı ayrılığı saklamak için “birlik, eleştiri, birlik” çağrısı yapan, sol içi şiddet söylemine sarılıp PP taraftarlarına sosyal medya üzerinden tehditler yağdıran herkesi takip etmek mümkündür. Böyle nahoş bir gerçekliğin başlıca sebebi kendinden başka akıl istemeyenlerin kitleler içerisinde yarattığı dumura uğramışlık, şuursuzluktur. Bu canlı bir organizma olan örgütü komaya yatırmakla aynı şeydir. Özellikle tabanda ideolojik bir donanım olmayınca “Sol” Komünizm Çocukluk Hastalığı kitabından haliyle Anayasa Referandumunda örnek teşkil eden ve kitapta yazmayan Lenin’den alıntılar da çıkmaktadır.
Ancak bu taraflar içerisinde bilgi, yorum, deneyimle ışık tutmaya çalışanlar; gerçeklerin açığa çıkması ile kendi yaklaşımlarınca doğruyu bulan ve haliyle taraf değiştirenler de mevcuttur. Özellikle DPK (Dersim Parti Komitesi) açıklamasıyla bulanık su netleşmiştir. Ancak bu tartışmalara bir olgunluk getirmek yerine “amaca hizmet etmesi esastır” tarzında bir yaklaşım getirmiştir.
Daha düne kadar bilgisi ve/veya deneyimleriyle, toplumdaki yeri ile mevzuları açıklayan, yol göstermeye çalışan, gerçekleri savunanlar bizzat yayın kanalı ile hedef gösterilmekte; en basit söylemle “işini biz göremedik bari düşman görsün” denerek geçmişte Doğu Perinçek’in yaptığı icraatlara taş çıkartan bir şekilde bir ajan-konravari pratiklerin önü açılmaktadır. Ancak bundan vazgeçileceğe de benzememektedir.
Tüm bu tartışmaların en temizi ise konuşulan yalanlardaki çatlakları göstermektir. Özgür Gelecek’e zorla el konulduğunu iddia edenler, onun kolektifin sesi olduğunu çok iyi bildikleri için 1 yılı aşkın bir süredir yazılan herşeyi manüple etmiştir. Bu sayede yönlendirme yaptıklarına inanmıştır. Lakin buna kolektifin itirazları yok sayılıp, asla kolektiften aldıkları bu hakkın geri istenebileceğini düşünmemişlerdir. Bu noktada dışarıya çıktıktan sonra “şiddet uygulayarak” geri alma hayalleri kuranların aradığı kişiler açıktır, bu kişilerin böyle bir tartışmada koydukları tavırlarda kesindir. Daha da ileri gidilerek şehit ve tutsak aileleri bu kirli tartışmaya alet edilmek istenmiş, Avrupa’da yaşayanların söylemleri ile aileler bürolara sevk edilmiştir. Şimdi şunu bir sormak lazım; genç ve dinamik insanlara şiddet uygulayanlar; bu şiddet düşkünleri iki yaşlı insanı nasıl dışarı atmamıştır? Peki bu olaya tanıklık eden diğer yoldaşları neden kapıda durmuş ve itiraz etmemiştir? Bu korku mudur yoksa acizlik mi? Kaldı ki ortada bir şiddet olsa belki bin defa tüm devrimci-demokrat ve yurtsever örgütler toplanılır, komisyonlar talep edilir, o komisyonlarda delil ve tanıklar ortaya konurdu. Bu özellikle 2004 yılından sonra TDH içerisinde belki defalarca olmuş bir olaydır. Veya bir Antakya olayıdır, tartışılıp durmaktadır. Bu arkadaşlar bir örgüte küfür edildiğinde karşı çıkılmadığını, “tartışıyoruz işte” denerek el-pençe durulduğunu nerede görmüştür? Veya mademki pusuya düşürülerek cezalandırılması gereken birisidir bu ünlü muhabir o zaman bunu İstanbul’da yapacak bin tane yer vardır, Antakya’ya sıra gelene kadar bu “şiddet düşkünü çete” bu işi neden sonraya ertelemiştir? Açıktan iddiamızdır; iddia edilen şiddet olayları yalandır ve ispatları da tüm devrimci kamuoyuna açıktır. İsteyen istediği zaman gelip bizleri ziyaret edip görebilir.
Kaldı ki şiddet iddiası haricindeki diğer iddialar sadece gündem doldurmak için gelip geçici açıklamalar halindedir.
İktidar Perspektifi Biterse Düşman Olgusu Sapar
Bir konuyu açıktan ele almakta fayda olacaktır; böyle bir konjonktür söz konusu iken neden uzun uzadıya bu olaylar tartışılmakta, neden farklı bir şey olmaksızın sadece ve sadece iki kutup arasındaki bu tartışmalar ısıtılıp ısıtılıp kamuoyuna sunulmakta gerçekten bir açıklamak lazım. Artık elzem bir durumdur.
GYDK hizibini başlattığı ortaya konan mektupta bunu okumak mümkündür. Bir yandan misaki milli sınırları devrimi diğer yandan Ortadoğu devrimi derken iki devrim fikrinin ilk galip gelmesi gereken yerin bizzat onun biricik örgütlü silahı olan Parti olduğu açıkça ortadadır. Mao da bize Parti’nin halk arasında olduğu gibi sınıflardan ve gruplardan bağımsız yek pare bir mermer gibi olmayacağını söyleyedurmuştur. Çelişkinin ilkesi işlerken parti içi iktidarın nasıl fetişleştirildiği ise “ilke tüzük tanımayın” söylemleri ile ortadadır. Oysaki aynı Parti; aslında iktidar aracının sınıfsız bir topluma varılarak tasfiye edilmesi için olduğunu unutanlar; sistemsiz bir halde savundukları Ortadoğu devriminde hangi iktidar için mücadele ettiklerini kesinleştiremeyenler artık tek iktidar perspektifi olarak “parti içinde iktidarı ele geçirme” hareketine soyunmuş; bunu da haliyle mevcut iktidarı “düşman” ilan ederek, bireylerini burjuva unsur, ajan ilan ederek yapmak istemiştir.
Gel gör ki; devrimciler açısında iktidar perspektifi önemlidir. Partiyi var eden önderliğin bireylerden de öte bir çizgi meselesi olması gibi, iktidar meselesi de varlık-yokluk savaşımı verilen bir taraflar/sınıf meselesidir. İşte bu kısır döngüde GYDK hizibi konumlanmış, karşısındaki dik durunca kendisini “karşı sınıf” olma noktasında görevlendirmiştir. Haliyle proletaryanın savaşım ödevlerini yapmaya gönüllü iki grup ve arasındaki varlık yokluk kavgası ister istemez bir tanesinin sınıfsal karakterini değiştirmesine sebep olacaktır.
Sorun şu ki bir ülkede veya bir coğrafyada iktidar isteyenler, yani egemen sınıfın örgütlü aracını ele geçirmek isteyenler, araca hakim olan sınıfla savaşım verir. Ancak bundan rotasını çeviren ve aynı sınıf saflarında iktidar aygıtı olarak tabir edebileceğimiz çizgiyi ele geçirmek isteyen ne yapan? Silahında kurşunu ters dönmüş birisi gibi kendisine ateş eder. Devrimci saflarda bireylere dayanan tartışmaları açarak güvensizlik yaratmaya başlar. Lenin’in de dediği gibi kadrolara yaklaşanlar, o kadroları hedef almaya, onların misyonlarını oynamasına engel olmaya, onları haysiyetsizleştirmeye ve kitleler içinde teşhir ederek kadroların etkisinin silikleşmesine bakar. İşte kaybedilen iktidar perspektifi; en sonunda GYDK hizibinde de olduğu gibi önce “silahlı reformizm” denen saflardan güç kazanma anlamında medet ummaya, oradan revizyonizme daha da saplanarak düzenin Kemalist özünden – CHP’den adelet beklemeye ve en son olarak da Perinçek gibi devrimcileri hedef göstermeye, “düşmanın kurşununun gözü kör olsun” demeye başlar.
Kaypakkayahaber.com sitesinde yayınlanan ve polemiğe açık olan yazı da bunun en yalın örneğidir. Devrimcileri ve devrimci faaliyet verenleri kitlelere teşhir etmeye çalışan, bu teşhir işe yaramazsa diye onları düşmana hedef gösterme eğilimi barındıran bir yazıdır.
5 Temel Belge 11 İlke
İlginçtir ki üretilen polemiklerde 5 temel belge ve 11 ilke meselesi özellikle tartışmaktan kaçınılmaktadır. Kaypakkaya’yı derinleştirmeyi düşünmeyenler, ilkelerini reddetmekte, bunu açıkça yapamasa bile fiiliyatta buna tekabül eden pratikleri savunmaktadır. Kaypakkaya’nın halk yığınları, feodalizm ve emperyalizm arasındaki çelişki değerlendirmesini es geçen bu yaklaşım haliyle kendi varlığını “demokratik alanda bir koltukçuk yeter” mantığına dayandırmış, politik üretimini Fransız Troçkistlerinin makalelerine ve MKP’de bile tartışmalara sebep olan 2. Kongre tespitlerine dayamıştır. Bu dayanmanın en bariz örneği kendilerine karşı “bırakın yapsınlar” tarzındaki aşırı demokrasi hastalığı ile harmanlanmış legaliteyi tek çare olarak görme yaklaşımıdır. “İllegal mücadele esastır” tespitinden dönen, kırlardaki savaş gücünü “bunlarda silahlı çete” diye yorumlayan bu mantık ister istemez İbrahim’den de bir sapma göstermektedir.
Derinleştiremediği 5 temel belgeyi kenara kaldıran hizip, 11 ilkeyi de bir “iki çizgi mücadelesi veriyoruz” söylemi ile örtmeye çalışmakta, tartışmaları ısrar ve inatla düşük seviyelere çekmektedir. Bunun ilk nedeni eldeki pratiğin hakim olduğu seviye iken, ikinci sebebi de yanlış olduğunu bilmenin dayanılmaz aymazlığıdır.
Misak-i Milli sınırlarında Türkiye devriminden vazgeçen hizip, daha da ileri giderek Ortadoğu ve Birleşik Kürdistan devrimi hayali kurmaktadır. Türkiye gibi faşist ülkelerde demokratik alanın ancak illegal mücadelenin yarattığı kazanımla garanti altına alındığını unutan, kendisi haricinde örgütlenmeyi unutan, sınıfın talep ve isteklerini kenara atıp kendi dar grup istemlerini “sınıf, halk, kitle” diye açıklayan hizibin düştüğü bu durum gerçek anlamda İbrahim Kaypakkaya’nın sistematik fikirlerinden bariz bir kopuştur. Ancak bu kopuş sadece ve sadece Kaypakkaya’nın ilkelerinden değildir. MLM’nin ilkelerinden bir kopuştur.
Aynı isimlerin kullanıldığı, aynı jargonun farklı iki elde işlendiği günümüzde MLM vurgusu da buradan çıkmıştır.
Tüzük Senin İrade Benim Kavgası
Kendisini sistematik fikirler üzerinden sunmaktan kaçınan ve çapsızlığın ortaya çıkacağının çok iyi farkında olan hizip özellikle kendine biçtiği “yöneticilik” misyonu üzerinden dalgalarını yükseltmeye çalışmakta; “tüzük” yorumlarıyla kendince bir mezhep yorumlamaya çalışmaktadır. Öncelikle arkadaşların sınıflı toplumların tarihini iyi incelediğini belirtelim; çünkü köleci çağda açığa çıkan tek tanrılı dinlerdeki mezhep oluşumu siyasete bu kadar güzel uyumlanırdı. Niyetini bozmadan bir Marksist bunu bu derece güzel yapamazdı. Tüzüğü kutsal kitap gibi alıp kullanmaya çalışan hizip; mevzu ideolojik içeriği tartışmaya gelince hep kaçak oynamıştır. Hizibin aklındaki tüzük tartışmaları üzerinden “bölgesel süreç” söylemine can taşımak, taşa hayat vermektir.
Bölgesel süreci kafasında tam canlandıramayanlar Kaypakkaya şehit düştükten sonraki süreci, 94 ayrılığından sonra gelişen süreci özellikle inceleyebilir. Bölgesel süreç merkezi bir önderlik olmadığı için çizginin alanlarda kalan “yöneticiler” tarafından yorumlanmasıdır. Yani merkezi bir çizgide tek bir vücut gibi hareket eden bir parti silahı yerine grupların isim birliğinin kurulup her yerdeki yöneticinin de “çizginin ve mirasın yegane hakimi” olarak muhtar şeklinde atanmasıdır.
Yönetici bir çok komitenin imzasını kendisine alan, çizgiyi kenara koyup muhtarlık isteyen hizip; bu konuda çuvallamış, en son DPK’nın de açık fikrini ilan etmesiyle “Parti tarafından istenmeyen Parti Yöneticileri” durumuna düşmüştür. Hayatlarında hiç olmadığı bir şekilde tüm bileşenleriyle Proletarya Partisi; örgütsel anarşizm ile devrim mücadelesini boğmak isteyen bu girişime karşı tavır koymuştur. Bu belki Özgür Kemal Karabulut yoldaşın kadroları insan üstü bir çaba ile bir araya getirmesi ve Parti kongresi örgütlenmesindeki emekleri gibi olmamıştır. Bu doğrudan her bölgenin kendi faaliyet ve uğraşları içerisinde “bizim rengimiz budur, misyonumuz da bu; bölgesel sürece ve birlik ilkesine sırt çevirmek olan hizip girişimlerine karşıyız” demesi ile olmuştur.
Hal bu olunca ve “iktidar” istediği yerde iktidarsız elleri boş şımarık bir çocuk kalan hizip “tüzük senin, uygula; irade benim teslim et” kavgasına girişmektedir. Her senaryonun, her iftiranın, düzenledikleri her provakatif girişimin ardı sıra çıkardıkları yaygara en kısa özetle budur. İlkesizliklerden ve/veya tüzük ihlallerinden bahsederken kendilerinin bizzat bunun icraatçısı, fiili özneleri olduğunu söylemekten kaçınmaktadırlar. En basit değişle; yapılması zorunlu olan şeyleri yaptıkları için şimdi eski yoldaşlarını suçlu ilan edip kendi ellerini yıkamak istemektedirler. Belki bütün bir toplumlar tarihi değil ama Proletarya Partisi tarihi sayfa sayfa, tutanak tutanak yazılıdır.
Ben Hesap Vermem Hesap Sorarım Kavgası
Yıllardır safları terk etmiş, sırt çevirmiş ve/veya suç işlediği için ilişkisi kesilmiş kişilerle kendi safını ören hizip yaptığı eylemleri konusunda hesap vermek bir kenara hesap sorma derdine düşmüştür. Kendi söylediği yalanı kendi duyup inananlar; suç işlenmesi konusunda tarihsel zorun görevini bugüne kadar kendi keyfiyatlarında gören bu muhtarlar; olmayan şiddetin ve kendi yarattıkları bölünmenin yaygarasını da “hesap sorma bilinci!” ile yapmaktadır. Peki bu hesap sorma bilinci nedir?
Hesap sorma bilinci sınıfsal kinle; kendini sınıfla ve onun yaşadıklarıyla bütünleştirme ve düşmana yönelme bilincidir. Düşmanı daha dün yoldaş dediği insanlar olan hizibin hesap sorma bilinci ise devrimcileri teşhir etmeye çalışmak, çizgiyi bireyler uyguladığı için çizgiyi etkisizleştirmek için uygulayıcılarına çamur atmak; işi daha da ileri götürüp “düşmanın kurşununun gözü kör olsun” demek vardır. Yani işçi sınıfının iktidarı hedefleyen ve tarihsel devinimle eşleşen sınıfsal kinini değil, kendi bireysel küçük burjuva kinleri ile harmanlanmış bir hesap sorma bilinci vardır. Lakin hesap verme bilinci yoktur. Yerellerde tasfiye edilen gençliğin, kitle çalışması için araca ihtiyaç duyanları araçtan mahrum etmenin, kitleleri sınıfa karşı değil kendine rakip gördüğü yoldaşlarına ve PP’ye karşı örgütlemeye çalışmanın hesabını vermiyorlar ve veremezler. En genel duaları “tanrı beni eleştiriden korusun, ben kendimi özeleştiriden korurum”dur. Genelde Avrupa merkezli, özelde ise Almanya merkezli olan hizip için bu tarihi bir mirastır. Zira bu duayı devrimci saflara katanlar bizzat Alman oportünistleridir ve haliyle bulundukları coğrafya bu miras açısından altın madenidir.
Sonuç olarak:
“Yöneticilik” kavramını eline alıp “önderlik yapma” kavramını tozlu raflara kaldıran, devrim saflarında herkesin eşit sorumluluğa sahip olduğunu unutan, önderlik (rehberlik) yapmayı talimat taşımayla denk gören bu zihniyet elbette Aysun Kayacı gibi “benim oyumla çobanın oyu bir mi?” diye soracak; kendisi haricindeki herkesi suçlayarak misyonunu oynamaya devam edecektir. Ancak bir yoldaşın da dediği gibi “Kartallar alçaktan uçar ama alçalmaz”! Her ne kadar sınıfsal olgunluklarını kaybetmiş olsalar da Perinçek’e taş çıkartacak eylemlerden uzak durmaları konusunda kendilerini uyarmak, eleştirmek; girdikleri bu bataklığın bir dibinin olmadığını söylemek boynumuzun borcu / devrimci sorumluluğumuzdur. Kanımızca daha devam da edecek olan bu ve benzeri tartışmalarda safları Bolşevik bir duruşa çağırmak; Kaypakkaya’nın temel fikirlerinde ısrar etmenin, pratikte bunları uygulamakta zengin bir yaratıcılıkla hareket etmenin çağrısı olacaktır. Felsefe bir sır değildir; ideoloji ise ayan beyan ortadadır. Saflar dizilmiş, savaş kızışmıştır. Sınıf savaşımına girenlerin toplumsal veya farklı konumları ne olursa olsun ne Cengiz İçli yoldaşın tabutundaki kızıl bayraktan ne de Sefagül yoldaşın adı anılırken dudaklardaki gülümsemeden ne de “Partizanlar teslim olmaz” anlayışını sonuna kadar bayrak edinen Ferdi ve Çiğdem yoldaşın yaptıklarından ve anılarının yarattığı etkiden daha fazla bir beklentisi olamaz, olmamalıdır. Sınıfsal düzlemi yok etmeyi amaçlayan bir aygıt; muhtarlarla şeflerle işleyecek bir kastı taşımaz; karakteri itibariyle taşıyamaz. Elbetteki PP’de ayrıcalıklı sınıf yaratma girişimleri haliyle fikren tasfiye olmuşların bedenen de tasfiye edilmesini getirecektir. Ancak mevcut durum ne olursa olsun, ne kadar baskı, ne kadar manüplasyon, ne kadar çaresizlik olursa olsun şiarımız bellidir; kartallar alçaktan uçar ama alçalmazlar. Güçsüz düşebiliriz ama ilkelerimizden ve ideolojimizden taviz vermeyiz, kısa vadeli çıkarlar için komünizmin Türkiye’deki manifestosu olan Kaypakkaya’nın temel fikirlerinden ve o fikirleri var eden Marksist-Leninist-Maoist ideolojiden sapmayız.
Mehmet Zeki BARAN