Seçimler ve parlamento, politikanın en yoğunlaştığı arenalardan biridir. Bu nesnel gerçeklik, iktidar mücadelesi yürüten özneler ve elbette komünistler açısından da gözünü kapatacağı, sırtını döneceği bir durum değildir. Marksizm proletaryanın “kendiliğinden sınıf olma” durumuna son verip “kendi için bir sınıf olma” durumunu ortaya çıkardığı andan itibaren, tarihsel-toplumsal gelişmenin yasalarına uygun olarak proletarya sınıfı siyasal iktidar mücadelesini bilinçli bir örgütlü güç olarak sürdüregelmiştir. Bu temelde, Paris Komünü ile başlayan iktidar deneyimleri Büyük Ekim Devrimi ile Rusya’da teşekkül etmiş ve 20. yüzyıla damga vuran bir dizi Demokratik Halk Devrimi ve sosyalizm deneyimi yaşanmıştır. Proletaryanın ve diğer küçük burjuva siyasal akımların iktidar mücadeleleri, aynı zamanda zengin devrimci deneyimlerle, önemli devrim stratejileri ortaya çıkarmıştır. Bu uluslararası deneyimler aynı zamanda çok büyük devrimci taktikler birikmesini de sağlamıştır. Seçimler meselesi de, hem proleter sınıf temsilcileri için hem de küçük burjuva siyasal akımlar için devrimci mücadele açısından nasıl kullanılacağına dair zengin tartışmalara yol açmıştır, açmaktadır. Seçimler ve parlamento meselesine yaklaşım birçok hareketin sınıfsal ve siyasal niteliğinin kristalize olmasını sağlayan oldukça önemli bir politik-ideolojik turnusol işlevi görmüştür. Marks’tan Lenin’e ve Mao’dan günümüze kadar seçimler ve parlamento meselesi proleter devrimci hareket ile her türden revizyonist-oportünist-reformist-tasfiyeci akımlar arasındaki tartışma konusudur. Bu aracın proletarya ve içinden geçilen tarihsel-toplumsal süreçte devrimden çıkarı olan diğer devrimci sınıfların ve katmanların iktidar mücadelesinde nasıl bir rol oynayacağı, onların politik gelişiminde ve devrime katılımında nasıl kullanılması gerektiğine dair gündem ola gelmiştir. Bu açıdan seçimler ve parlamento meselesi oldukça önemlidir. Zira geniş kitleleri yanlış bir yöne kaydıracak, onların iktidar mücadelesinde zehirlenmesini ve dizginlenmesini sağlayacak bir araca dönüştüğü kadar tam tersi devrimin bir silahı haline gelerek iktidarın örgütlenmesinde bir aygıta da dönüşebilmektedir.
Seçimler ve parlamentoyu, proleter devrimi örgütlemenin silahı haline getirmeyi Lenin yoldaş önderliğindeki Bolşevik Parti başarmıştır. Bolşevikler seçimleri ve parlamentoyu etkili bir şekilde kullanmış ve bu konuda proletaryanın hanesine en zengin deneyimleri armağan etmiştir. Mao Zedung yoldaş Çin Devrimi’nin başından sonuna silahlı mücadeleye dayanan devrim stratejisi olan Halk Savaşı ile bilimsel sosyalizme sunduğu katkı ile özellikle yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerde parlamentonun rolü ve işlevine dair bakış açısına da daha derin bir perspektifle bakmayı doğal bir sonuç olarak yaratmıştır. Mao yoldaş: “Bizim Çin’de kullanacak bir parlamentomuz yok” diyerek devrimci mücadelede bir aracın yokluğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Bu anlamda Ekim Devrimi’nden sonra proletarya önderliğinde gerçekleşen en büyük devrim olan Çin Devrimi’nin seçimler ve parlamento mücadelesi bağlamında oluşmuş bir deneyimi söz konusu değildir. Halk Savaşı Stratejisi ile devrimin gerçekleşeceği ülkelerde esasta parlamento ve seçimler bir olgudur.
Bu bağlamda MLM’ler genel devrim stratejisine bağlanmış bir şekilde seçimleri ve parlamentoyu ele almak zorundadır.
Bu noktada bizim ilk vurgulayacağımız şey MLM’lerin Lenin yoldaşın “ilke olarak hiçbir aracı reddetmeme” yaklaşımına sadık kalmasıdır. Ülkelerin sosyo-ekonomik yapısı, kendine özgü siyasal tarihi, devrimin yol ve yöntemi, o ülkedeki devrimden çıkarı olan sınıf ve katmanlar buna bağlı olarak sınıf ittifaklarının alacağı biçim ne olursa olsun devrimci mücadelede ilke olarak hiçbir aracın reddedilmeyeceği net olarak belirtilmelidir. Bu bağlamda Halk Savaşı Stratejisi’nin geçerli olduğu ülkelerde de seçimler ve parlamentonun kullanılması meselesi taktik bir mesele olarak ele alınır. Henüz değerlendirmemizin başında bunu vurgulamamızın birkaç nedeni vardır. Birincisi, tarihimizde ortaya çıkan sol-oportünist sapmalarda seçimler ve parlamento meselesine katılımı bir ilke sorunu olarak ele alan sapmalar ve hala bunun izlerinin devam ediyor olmasıdır. Bu sol çizgi Halk Savaşı, Kızıl Siyasi İktidarlar ve başından sonuna silahlı mücadele eksenindeki devrim çizgisinde seçimler ve parlamentonun bir araç olarak kullanılamayacağı ve meselenin stratejik olduğu yönlü bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşım Maoizm’i benimseyen birçok uluslararası harekette ve partide söz konusudur. Biz bu yaklaşımı sol bir çizgi ve mücadele edilmesi gereken MLM’den sapma bir oportünist yaklaşım olarak değerlendiriyoruz. İkincisi, bizim seçim meselesinde aldığımız tutum bir çok revizyonist, oportünist ve reformist anlayışlar tarafından birinci olarak vurguladığımız sapmaya bağlı olarak manipüle edilmektedir. Bizim seçimlerde aldığımız tavır bu ölçütlerle polemik konusu yapılmakta, oldukça geri bir tartışmayla ideolojik-politik eksen kurulmaktadır. Bu tartışmaları zenginleştiren, politik-ideolojik mücadeleyi derinleştiren değil yüzeyselleştiren ve basitleştiren bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu da etkiledikleri, seslendikleri kitlelerde ise yanlış bir bilinç ve algı oluşmasına neden olmaktadır. Bundan dolayı yazının hemen başında net ve kesin bir vurguyla bu soruna yaklaşımımızı belirtme ihtiyacı duyduk.
Komünistlerin seçimlere dair yaklaşımı, son olarak 24 Haziran seçimlerinde alınan BOYKOT kararı, nedenleri ve nihayet 24 Haziran seçimleri sonucunda oluşan genel tablo ve seçim tavrına dair bugünden nasıl baktığımızı ele almaya çalışacağız.
PROLETARYANIN BAĞIMSIZ SİYASİ KİMLİĞİ, EYLEMİ OLARAK SEÇİMLER VE PARLAMENTO
Marks ve Engels sınıflara dayalı toplumsal yapıyı sadece tespit etmekle kalmadı aynı zamanda bu sınıflara dayalı toplumsal yapının karşıtlık-mücadele eksenine oturan yapısını, toplumsal-tarihsel ilerlemenin bu karşıtlık mücadelesine dayandığını berrak bir şekilde ortaya koydu. Marks her sınıfın kendine ait bir çıkarı olduğunu, bu çıkarlara göre düşüncelerin şekillendiğini belirtir. Çıkara dayanmayan bir düşüncenin içi boş bir kovuk gibi olduğunu ifade eder. Proletaryanın tarih sahnesindeki yerini, tarihsel sorumluluğunu, üretimdeki yerini, devrimci dinamiği ve kendi için bir sınıf olma zorunluluğunu sadece bir filozof olarak ortaya koymaz Mark ve Engels. Aynı zamanda devrimci bir sınıf olmasının getirdiği yükümlülükleri tanımlayarak ve politik alandaki görevlerine yoğunlaşarak bunu yapar. Yani değiştirme zorunluluğunun altını çizer. Marks ve Engels bunu yaparken ise yoğunlaştıkları, odaklandıkları nokta proletaryanın kendi için bir sınıf olma bilincini kazanması ve bunun gereğinin yerine getirilmesi olmuştur. Bu proletaryanın sınıf çıkarlarının Komünist Manifesto ile ilan edilmesini doğurmuştur. Marks ve Engels sınıf mücadelesinin yasalarını kavrarken proletaryanın sınıf çıkarları ile diğer tüm sınıf ve katmanların çıkarları arasındaki farkların belirginleştirilmesi meselesini birincil derecede önemsemiştir. Üretim ilişkileri, üretim süreci ve proletaryanın üretimdeki yeri ile konumunu bilimsel incelemeye tabi tutan Marks ve Engels bunu gerçekleştirirken; politik, ideolojik, kültürel, sosyal tüm alanlarda da bunu sağlamanın eşsiz bir yöntemini sundular ve aynı zamanda yaşamları boyunca bunun mücadelesini verdiler. Marks bu bağlamda proletaryanın bağımsız siyasi kimliği, yine kendi çıkarları için şekillenecek bağımsız bir örgütlenmesi ve politik eylemini hayati derecede belirleyici görmüştür. Değiştirme, devrim, toplumsal ilerleme ve nihayetinde kendini de imha edecek sınıfsız topluma ulaşmanın bu bilinçli, iradi eylem ve duruşun gerekliliği olarak tanımlanmıştır.
Bu noktada yani proletaryanın bağımsız örgütsel yapısı, politik eylemi ve siyasal kimliği noktasında taviz verilecek özel, özgün bir koşul ve durum yoktur. Verilecek her taviz, her sapma onun siyasal eyleminde ve konumlanışında bir köstek, tarihsel sorumluluğunu yerine getirmede bir muğlaklık ve sınıfsız topluma ulaşma çabasında bir gecikmeyi getirecektir. Marks ve Engels’in bilimsel temele oturttuğu bu yaklaşım daha sonrasında Lenin, Stalin ve Mao Zedung yoldaşlar tarafından temel bir rehber olarak benimsendiği gibi, bu yaklaşım ve tutum daha da geliştirilmiş ve ileriye taşınmıştır. Proletaryanın örgütlülüğü yani parti anlayışı, sınıfların doğru tahlil edilmesi ve proletaryanın sınıfsal çıkarlarının içinden geçilen tarihsel-toplumsal sürece ve yeni gelişmelere uygun olarak berraklaştırılması, diğer toplumsal sınıflarla ve onların siyasi temsilcileriyle ayrımların kesin ve net teorik tutumlarla tespit edilmesi, aynı zamanda toplumsal devrimin ihtiyaçlarına uygun olarak ortak paydaların belirlenmesi, aralarındaki çelişkilerin çözüm biçiminin ne olacağı gibi meseleler de enternasyonal proletaryanın bilimine eşsiz katkılar geliştirerek ilerleme sağlamıştır. Kuşkusuz ana fikir ve ihtiyaç olan proletaryanın bağımsızlığı, kendine ait politik eylemi prensibi titizlikle korunmuştur.
Bu durum politik alanın her cephesinde, devrimci eylemin ve ittifakların gerçekleştiği her koşulda, toplumsal kalkışmanın olduğu her durumda, taktik hamlelerin belirlenmesinde dikkat edilecek ana nokta olarak ortaya çıkmıştır. Bu, seçimler ve parlamento gibi taktik bir sorunda, politik bir araç olarak ele alınan bir meselede de geçerlidir.
Marks ve Engels yaşamları boyunca, proletaryanın temsilcisi olan örgüt ve partilerin Avrupa’da boy vermesine paralel olarak “bağımsız politik eylemi ve kimliği” meselesini, seçimler ve parlamentonun bir araç olarak kullanılmasında özellikle vurgulamış ve altını çizmiştir. “Bağımsızlıklarını korumak, kendi güçlerini ölçmek, devrimci tutumu ve duruşu kamuoyuna sergilemek, politik ilerlemenin gerçekleşmesi” vs. gibi birçok gerekçe ile “bağımsız politik eylem” vurgusunu yapmışlardır. Marks ve Engels, bunu ortadan kaldıracak her baskının, manipülasyonun ya da ittifak politikası adı altında her girişimin proletaryayı kandırmak ve aldatmaktan ibaret olduğunu, onun tarihsel sorumluluğunu bulanıklaştırmaya çalışan burjuva yaklaşımlardan ileri geldiğini belirtmiştir. Komünist Birlik örgütünden, 1. Enternasyonal’e, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne ve daha sonrasında Alman Sosyalist İşçi Partisi’ne kadar tüm örgütlenmelerde seçim meselesinde ve parlamento çalışmalarında bu vurgu ön plana çıkar ve altı Marks ve Engels tarafından çizilir. Kuşkusuz Marks ve Engels’in seçimlere ve parlamentoya yönelik yaklaşımı ve taktik tutumu bu aracın etkin bir şekilde kullanılması yönlüdür. Bu temelde ittifak politikalarını, proletaryanın siyasi müttefikleri ile olan ilişkilerin nasıl ele alınacağına dair bu arenada dinamik ve içinden geçilen politik koşullara göre yaklaşan zengin bir muhteva vardır. En gerici sınıfları tecrit etme, arada kalanları kazanma ve ileri taşıma, politik ve toplumsal gelişmeyi sağlayacak esnek, yaratıcı taktikler kullanma gibi yaklaşım ve tutumlar vardır. Bu anlamda azımsanmayacak bir politik-taktik yaklaşımı benimsemektedirler. Ancak bunların hiçbiri, bu noktada gösterilen yaratıcı esneklik, partinin ve hareketin proletaryanın bağımsız kimliğine ve eylemine, onun devrimci bilincine zarar vermemektedir. Bu zararın oluşacağı her durumda katı ve kesin bir duruşları söz konusudur. Marks ve Engels seçimler ve parlamentonun işçi sınıfının büyük silahlı kalkışmasına ve devrime hazırlık için iyi bir basamak ve okul olduğu fikrindelerdi. Bunu yadsıyan yaklaşımlara karşı ise oldukça keskin bir duruşları vardı lakin sistemin bu aygıtını devrimin silahına çevirmeyi engelleyecek, proletaryanın sınıf çıkarlarına zarar verecek her sapmaya karşı da aynı derece acımasızdılar.
1850 Prusya Kurucu Meclis Seçimleri’ne yönelik yaklaşımları bunun ilk ve daha sonraları bu yaklaşımdan taviz vermeyen bir tutumu içermektedir. “İşçiler seçilme ihtimali olmayan yerlerde bile, bağımsızlıklarını korumak, kendi güçlerini ölçmek, devrimci tutumu ve parti duruşunu kamuoyuna sergilemek için kendi adaylarını çıkarmalıdır. Bu bağlamda, demokratların ileri sürdüğü bahanelere, örneğin böyle yaparak demokrat kesimi böldükleri ve gericilerin kazanmasına fırsat verdikleri argümanlara kanmamalıdır.” (Marks ve Engels’ten aktaran, Lenin’in Seçim Stratejisi – 1, August H. Nimtz syf: 35) Marks ve Engels, Bernstein’ın 1879’da Alman Sosyalist İşçi Partisi’nin proleter yönelimi terk ederek küçük burjuva-burjuvaziye hitap etmesi ve despotik Bismarck yönetimiyle bu şekilde ancak mücadele edebileceğine, hedef haline daha az geleceğine dair bildirgesine karşı da aynı sertlikte karşı durmuşlardır. Yine partinin proleter karakterine vurgu yaparken Bernstein’ın partiden ayrılarak küçük burjuva bir parti kurmasını öneriyorlardı. Marks ve Engels partinin izlediği taktik politikaları, seçim ve parlamento tutumlarını esasta devrimci politika ve proletaryanın bağımsız politik eylemi katalizöründen geçirerek ele almıştır. Bunun dışında yapılacak hataların ve ortaya çıkacak sorunların daha düzeltilebilir olduğu, ancak bu bağımsız kimlik ile temel ayrım noktasının kaybedildiği anda hataların düzeltilemeyeceğini ve devrimci yönelimin kaybedilmesinin de kaçınılmaz olduğunu vurgulamışlardır.
Bu durum Lenin yoldaşta daha keskin ve daha açık bir mücadelenin konusudur. Seçim ve parlamentonun kullanımı konusunda daha zengin bir deneyime sahip olan Lenin’de bu konu, birincil ve belirleyici öğe olarak partinin ve proletaryanın çıkarları, bağımsız kimliği ve politik eylemi olarak ortaya konulmuştur. Rusya’da 1905 Devrimi’nin bir kazanımı olarak parlamenter monarşinin başlaması ve Duma’nın örgütlenmesi ile birlikte seçimler gündeme gelmiştir. Bu andan itibaren Lenin, RSDİP’in tüm politikalarında buna özel önem göstermiştir. Boykot ya da katılım taktiğinin her birinin belirlenmesinde temel nokta olarak partinin bağımsızlığını korumak ve geliştirmek, proletaryanın ve müttefiklerinin doğru siyasal bilinç kazanması ve devrimin bu yolla ilerletilmesini sağlamak, işçi sınıfının bağımsız eylemini daha ileri bir noktaya taşımak gibi konular temel ilkeler olarak alınmıştır. İşte bu bakış açısının sonucudur ki Lenin, tüm seçim öncesi kampanyalarda ve Duma faaliyetleri boyunca her türden oportünizme, tasfiyeci ve reformist akıma karşı açık ve kesin bir ideolojik mücadeleyi benimsemiştir. Partinin ve çizgisinin ayrım noktalarını bu şekilde belirlemiş, işçi sınıfı ve müttefiklerini doğru bir siyasal bilinçle kazanmaya çalışmıştır. Seçimler ve parlamentonun sistem içi sınırlılığı, demokrasi hülyaları gördüren açmazları ve legalizme hapseden çemberini, devrimin önder gücünün tarihsel sorumluluğunu, bağımsızlığını ve temsil ettiği sınıfın amaç ve hedeflerine bağlayarak parçalamış “parlamenter ahmaklıktan” hem partisini hem de proletaryayı özenle korumuştur.
Bu temelde özellikle ittifak ve ortak hareket etmede Lenin de tıpkı ustaları Marks ve Engels’de olduğu gibi ana nokta, önce ayrım noktalarını belirlemek olmuştur. Lenin, sınıflara ayrılmış toplumsal yapıda, tüm sınıfların ve doğal olarak bu sınıfların politik çıkarlarının temel ayrım noktalarını belirlemeksizin ortak çıkarlara odaklanarak kurulacak ittifakların, birliklerin sınıfın politik bilincinde bir felç olma haline dönüşeceğini ve artık kendi çıkarlarının silikleşerek, burjuva anlayışlara tabi olan bir sonucun kaçınılmaz olduğunu tam bir kavrayışa dönüştürmüştür. Seçim politikalarında da bunu kesin ve net politik tutumla hayata geçirmiştir. Her seçim kampanyası Lenin için oportünist akımların ve sistem karşıtı güçlerin ideolojik yaklaşımlarını ve dünya görüşlerini açık ve net ortaya serme sürecidir. Bu şekilde Lenin bu süreçleri işçi sınıfının politik gelişkinliğini sağlamak ve devrime en etkili şekilde hazırlamak olarak ele almaktadır.
Lenin bu şekilde belirlediği politik çizgisiyle, ittifak politikalarının sağlıklı gerçekleşmesine geri olanın daha ileri taşınmasına, aynı zamanda egemen sistemin işine yarayacak gerici politikaların ve çeşitli renkteki burjuva anlayışların bu eksende birleşmeleri zeminini parçalamayı başarabilmiştir. Yine her hareketin rengini, niteliğini ortaya koyarak politik gelişmeler karşısında ki tutumunu masaya yatırarak kitlelere gerçekliği anlatabilmiş, onların desteklediği politik öznelerin bir adım ileri hamle yaparak devrime hizmet etmesini ya da kitlelerin devrimci istemleri karşısında kaçınılmaz politik tecrit koşullarını sağlayabilmiştir. Lenin bu yaklaşımıyla tüm ittifak politikalarına işçi sınıfının ve devrimci çıkarların etkin önderlik kurmasını sağlayabilmiştir. 2. Duma seçimlerinde liberal Kadet’lerle birlikte ortak aday çıkarmaları gerektiği aksi takdirde gerici karayüzlerin avantaj sağlayacağı yaklaşımına karşı Lenin: “Liberalin tekine Duma’da sandalye kazandıracağız diye kampanyamızın genel devrimci anlamının ve ilkelerinin altını oyacağız! Parlamentarizm’i sınıf siyasetine tabi kılma yerine sınıf siyasetini parlamentarizme tabi kılacağız” diyerek keskin ve net bir itirazda bulunmuştur. Bu yaklaşım onun politikasının “devrim için parlamenter bir tarzda değil, parlamento için devrimci bir tarzda çalışmasını” olanaklı kılmıştır. Proletaryanın politik çıkarlarını bu mecrada Lenin olabildiğince netleştirirken, her türlü parlamenter hastalığa ve parlamentarizm sapmasına karşıda partiyi uyanık kılmayı başarabilmiştir. Çünkü onun için seçimler ve parlamento, “halkın iradesinin yansıdığı” bir yer değil “devrimin bir silahı” olarak işlev görmüştür. Onun için, bu mesele bu kadar net, bu kadar berraktır.
SINIF AYRIMINI YADSIYAN LİBERAL-BURJUVA ETKİ VE SINIF MÜCADELESİ ÖZNELERİNE YANSIMALARI
İçinden geçtiğimiz koşullarda bir örgütün bağımsızlığını koruması, kendi politikasını hayata geçirmesi, kendi önderliğini tesis etme mücadelesi ve kendi dünya görüşüne uygun tavır takınması adeta işlenmiş en büyük günah olarak görülmektedir. Bu hak “gücü ve kudreti” yerinde olana verilen bir ayrıcalık durumundadır. Sınıfsal ve politik haklılık ve çıkarlar yerine artık gücün belirleyiciliğinin tahkim edildiği bir ideolojik, politik kuşatma söz konusudur. Doğru siyasetin yoktan var edeceği, yanlış siyasetin var olanı hızla tüketeceği gerçekliği bilinçli, sistemli bir yaklaşımla karartılmaya, kitleler bu yolla güce tapar hale getirilmeye çalışılmaktadır. Kuşkusuz bunun Türkiye’de yansıması kendine özgü biçimde yaşama geçmektedir. Ancak dünya ölçeğinde bu yaklaşımın ana kaynağı sınıflara dayalı ayrımlara göre gerçekleşen politikanın artık geçerliliğini yitirdiği, yeni bir “dünya”, yeni bir “üretim” ve yeni bir “toplumsal ayrışma” parametrelerinin varlığından kaynaklandığı savıdır. Sosyal emperyalizmin maskesini atması ve “devrimler çağının” kapandığı yaygarası, ideolojilerin rafa kalktığı söylencesi, artık iktidar perspektifli mücadele yerine uzlaşma ve barışla çelişkilerin çözülmesi gerektiği dünya görüşünün salgın bir hastalık gibi yayılması, dünyada neredeyse etkilemedik tek bir politik özne bırakmamıştır. Bu devrimci harekette büyük bir tasfiyecilik şeklinde vuku bulmuştur. İllegal partiler legale, silahlı mücadeleler barış mücadelesine, reformist hareketler liberalizme, “komünizm iddialı” revizyonistler orak-çekiçsiz “komünistliğe”, anti-emperyalistlik emperyalizmin demokratik olduğuna, ideolojik mücadelelerin ideolojilerin kardeşleşmesine ve barış içinde bir arada yaşamasına evrildi. İleri olan her şey adeta bir adım geriye çekildi.
Türkiye’de ise bunun yansımaları 2000’lerle birlikte tüm çıplak yüzüyle kendisini gösterdi. İdeolojik tasfiye, sürecin esas karakteri haline geldi. Özellikle “kendiliğindenciliğin” kutsandığı, kitlelerin ve onların hareketinin her şey ama onlara önderlik edecek politik öznenin hiçbir şey olduğu, ittifak politikalarında ayrışma noktalarının yerin yedi kat dibine gömüldüğü ortak noktaların göğün yedi kat üstüne çekildiği, uzlaşmanın ve barışın esas, ayrışma ve savaşın tali olduğu, savaşmanın sadece barış ve uzlaşma sağlanması şartıyla sempatik hale getirildiği ve evet sınıfa dayalı siyasetin, komünizm isteminin dinazor muamelesi gördüğü bir keskin geçiş süreci yaşandı, yaşanıyor.
Bu tablonun ana karakteri ise sınıf uzlaşmacılığıdır. Toplumsal sınıfların tanımı ve birbiriyle olan ilişkilerindeki karşıtlık, bunun siyasal alana yansıma biçimi açık ya da örtülü biçimde yadsınmaktadır. İşçi sınıfı ve diğer devrimci sınıflar arasındaki karşıtlık silikleştirilip aynılaştırılırken, bu sınıfların politik temsiliyetini taşıyan hareketler arasındaki ilişkiye de bu yansımaktadır. Bu noktada özellikle ittifak ilişkisi adı altında yaşanan, örgütsel olarak zayıf olanın güçlüye tabi olması, güçlü olanın ise zayıf olana alan açarak “hamilik” yapmasına dönen eşitsiz bir ilişki biçimi kurulmaktadır. Bunun karşılığı ise; uzlaşmacılığa, barış içinde bir arada yaşamaya, yanlış olanla doğru olanın mücadelesinin yok olmasına, “hep birlik, hiç mücadele” anlayışının yerleşmesine, toplumsal sınıfların politik çıkarlarındaki ayrım noktalarının yok edilmesine ve doğal olarak amacı ve hedefi darlaşmış, tarih perspektifini yitirmiş, toplumsal devrimin sürekliliğine dair doğru bilincin ve tutumun oluşmasını sabote eden koşulların yaratılması olmaktadır.
Bu tutumlar esasta liberal-burjuva sınıfın en temel prensipleri niteliğindedir. Liberal burjuva orta sınıfın devrimci, demokrat, yurtseverler üzerinde güçlü etki bırakmasının, sözüne itibar edilmesinin temel nedeni “demokrasi” isteğidir. Faşizm tanımı yapmaksızın, bir demokrasi sorunu tanımı yapmayı seven liberal burjuvalar, bu sorunun çözüm yöntemi olarak da uzlaşma, barış içinde mücadele, meclisin etkin kullanımı gibi araçları işaret ederler. Liberaller için en korkutucu mesele ise toplumu sınıflar temelinde ayıran ve bu sınıflar arasında ki mücadeleyi karşıtlık temeline oturtan yaklaşımlardır. Bu yaklaşım sahiplerine nefret düzeyine varan bir tutum içine girmekten geri durmazlar. Tüm toplumsal kesimleri de buna ikna etme görevleri vardır. Liberal burjuva anlayışları güç ve olanakları olan ve hiç kuşkusuz uzlaşma, diyalog ve barıştan söz eden her kesime derin bir muhabbet beslerler. “İşte gerçek demokrat olmanın” kriteri onlar için budur. Bunun hangi sınıftan, hangi katmandan ya da hangi ulustan ve inançtan olduğunun bazen onlar için önemi de yoktur. Örneğin, AKP uzlaşma, diyalog ve kimi zamanda demokrasi şekerine bulanmış zehirli politikalarını anlatırken tam takım onun arkasına dizilirler. Taraf gazetesi etrafında kümelenmiş tayfa, Altan kardeşler, Aslı Aydıntaşbaşlar, Candarlar vs. bunun en uç vermiş, emperyalist sevici, sistem içi liberalleridir. “Korkusuz” bir şekilde ellerini demokrasiden yana kaldırırlar, bu demokrasiyi kimin getirdiğinin ise onlar için önemi yoktur. Bunlar sürekli bir şekilde egemen sınıflardan ve emperyalistlerden gelecek demokrasi beklentisine karşı itirazlara, “her yerde ve her zaman belirli bir ülkedeki yandaşlarını o ülkenin sosyal-demokratlarının çok mantıksız kişiler olduklarına, oysa bunların komşu ülkelerdeki yoldaşlarının ‘uslu çocuklar’ olduklarına inandıracak yöntemler kullan”arak (Lenin) ikna etmeye çalışırlar.
Bunların kuşatması sadece egemen gerici sınıfları aklama mücadelesi ile sınırlı kalmaz. En temel özelliklerinden birisi de halk güçleri içinde gerçekten “demokrasi isteyen” kesimlerin barış, uzlaşma çizgisine cesaretlendirici bir etkide bulunma gayretidir. Demokrasi istemlerini en güzel burada pazarlama fırsatı bulurlar. Ancak pazarladıkları kuşkusuz “demokrasi” mücadelesi değildir. Pazarladıkları şey esas olarak, “gerçek demokratik” mücadelenin, onu sağlayacak çizginin tümüyle aşındırılması, halk güçlerinin o çizgiden ilelebet kopmasını sağlamaktır. Bu kesimlerin Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik sempatisinin ana kaynağı da budur. Onlar Kürt Ulusal Hareketi’nin “Özgürce Ayrılma Hakkı”nı reddederek, ayrı bir devlet istemediğini beyan ederek belli ulusal haklar karşılığında bir ortak yaşam politikasını hararetle destekler, bunun ülkeye demokrasi getireceğine inanırlar. Ezen Türk ulusunun ayrıcalıklı konumunun ezilen Kürt ulusu karşısında bu şekilde devam etmesini önemsemedikleri gibi normalleştirirler. Belirsiz bir “eşitlik” söylemi ile eşitsizliği kaldıracak koşullara düşmanlık beslerler. Bu temelde görevlerinden biri, halk hareketlerini bu zehirli düşünceleriyle kuşatmak iken diğeri ise devleti ve egemen sınıfları bu “zararsız” düşünceye ikna etmektir. Liberal burjuva sınıfın bu sağ kanadının bir süreç boyunca ilmek ilmek ördüğü bir mesele daha var ki, o da seçimler ve meclis. Bu demokrasi şampiyonu kesimler, faşist diktatörlüğün bir dönem boyunca meclisin etkin bir rol üstlenmesi temelindeki ihtiyacını, usta bir pazarlamacı misali “demokrasi”nin geldiği şeklinde kamuoyuna mâl etmiştir. Mecliste, medyada ve toplumsal yaşamın içinde artık her şeyin konuşuluyor olmasını, Kürt Ulusal Hareketi ile devletin masa başında sorunları tartışıyor oluşunu bu “müjdelerinin” kanıtı olarak sundular. Böylece meclis ve seçimlerle devletin şekillendiği, buradan çıkacak başarının toplum yaşamın belirleyecek kudrette olduğunu süslü ve demokrasi soslu sözlerle yutturdular. Bu alanın dışına çıkan, “barışçıl” tepkiler haricindeki her mücadeleyi ise şeytanlaştırdılar. Bunun “demokrasi mücadelesine”, “Türk-Kürt barışına” zarar verdiğini, devleti saldırgan ve agresif yaptığını, devletin kızdığı zamanda nasıl bir “ceberrut devlet” olabileceğine dair korku senaryoları ile kuşatmalarını tamamladılar.
Özellikle sınıf mücadelesinin geri düzeyde seyrettiği, sosyalizm-devrim fikrinin ciddi yaralar aldığı, kitlelerin faşizme karşı demokrasi istediği, halk saflarındaki birçok hareket içinde reformizmin ve tasfiyeciliğin zirveye çıktığı noktada bu kesimlerin söylemlerine kulakların ve kapıların daha fazla açıldığı, ideolojik-politik yaklaşımlarına bünyelerin müsait olduğu görüldü. Bu durum sol liberallerin özellikle Kürt meselesi bağlamında biraz daha sola kaydığı, yurtsever-devrimci ve demokratik güçlerin ise biraz sağa kaydığı kesişme noktasının bulunmasının ideolojik-politik zeminini hazırladı.
Artık “demokrasinin” devrimle geleceği, faşizmin silahla alt edilmesi söylemleri ve teorik tutumlar, parlamentoyla da pek ala bu işin olabileceği, seçim başarıları ve demokratik sokak hareketleriyle de egemen sınıfların demokrasiden yana dümen kırabileceği, onları demokratikleşmeye mahkum etmek için silahların kullanılabileceği fikri çok büyük bir güç haline gelmiştir. Sokak, silah, meclis, grev, eylem hepsi kullanılabilir, ancak egemenlerin demokrasiye ikna edilmesi için. Temel yaklaşım devrimci, demokratik, ilerici hareket ve partilerde bu temele oturtuldu.
HDP İLE SENTEZLENEN BÜYÜK UZLAŞMACILIK VE DEVRİMCİ SINIFLARIN KUŞATILMASI
Bu yaklaşım özellikle HDP’nin kuruluşu ile tam bir senteze ulaştı. Kuşkusuz HDP’de senteze ulaşan çizgi liberal-demokrat sol çizginin güçlü etkisi ve iklimindedir. Ancak HDP nihayetinde bugün liberal bir burjuva partisi değildir. HDP, halk güçleri içinde yer alan devrimci ve demokratik damarın oldukça etkin olduğu, ideolojik olarak ise liberalizmin semptomlarını taşıyan bir karaktere sahiptir. Özellikle “Türkiyelileşme” temel tezi ile Kürt meselesinde gerçek çözüm olan Özgürce Ayrılma Hakkı’nı, Türkiyelileşmenin bir parçası olarak görmeyen tutumuyla ulusal sorunun çözümünde anayasalcı çözümün taşıyıcı öznesi olarak HDP, ulusal reformcu bir çizgiye sahiptir. Çözüm yaklaşımının ve ilkelerinin Kürt meselesinde bir ilerlemeye tekabül ettiği, faşizmi geriletecek bir yaklaşımı istediği oldukça açıktır. Ancak sorun da buradan başlamaktadır. Anayasalcı çözüm ile Kürt sorunu gerçek çözüme kavuşamayacak, Kürt ulusu tam özgürlük şartlarına sahip olmayacaktır. Bu şekilde Türk ve Kürt halklarına yönelik politik bir çalışma, sorunun özünü ve esasını anlatamadığı gibi çözümün etrafında kenetlenmeyen, Türk halkında sosyal-şovenizme olanak sunan Kürt halkına ise özgürlüklerinden taviz vermesi gereken politik bir bilinç yaratmaktadır.
HDP faşizme karşı demokratik bir mevzidir. HDP Kürt meselesinde, diğer sınıfsal ve toplumsal çelişkilerde belirlediği politikalarla sistem sınırları içinde kalan bir yapıya sahiptir. HDP’nin tüm bileşenleri ise demokratik hakları genişletme adına politik öznelik rolünü bu çizgi üzerinden gerçekleştirmektedir. Siyasal rengini bu yapı içinde aldığı gibi, bu yapıya siyasal rengini veremediği oranda onun reformist çizgisine daha güçlü sarılan bir konumdadır. HDP bileşenlerinde Kürt Ulusal Hareketi dışında böylesi bir politik özneye önderlik iddiası zaten söz konusu değildir. HDP içinde, kendine Marksist, Marksist-Leninist diyen birçok devrimci-demokratik hareket söz konusudur. Bu hareketlerin hiç biri HDP’de önderlik rolüne soyunmadıkları gibi, kendi tabirleriyle “Kürt hareketiyle dayanışma, “devrimci demokratik güçlerin ittifakı”, “devrim için bir araç”, “devrime giden yolda bir ara durak” olarak tanımlamaları ve konumlanmaları söz konusudur.
Anayasal çerçevede ve onun dışında kalarak HDP’nin politik programı, amaç ve hedefleri politik bir özne rolü olduğu tanımını hak etmektedir. Bunu yok sayan her yaklaşım gerçekler karşısında reformizm afyonunun etkisi altındadır. Zira bu tarz yaklaşımlar tipik reformist sayıklamalardır. Reformizme kılıf bulma argümanıdır. Bu yeni değildir, tarihi ve geçmişi vardır. Örnekleri ise ziyadesiyle fazladır.
HDP, amaç ve hedeflerini, programını, taleplerini ve hangi yolla bunları gerçekleştireceğine dair halk kitlelerine yaptığı propaganda da açık yüreklidir! Dikkate ve ciddiye alınması gereken ise budur. Zira seçimlerde, parlamentoda ve kitle çalışmalarında HDP faşizme karşı değişimin adresi olarak kendisini işaret etmektedir. Halkın demokrasi ve devrim talebinin gerçekleştirilesine talip olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Ki devrim propagandası, demokrasi propagandası, faşizme karşı mücadele, egemen sınıfların haksızlıklarına karşı mücadele gibi birçok meselede açık ve aleni bir duruş sergilemektedir. Ama nasıl ve ne biçimde? Anayasanın değiştirilmesi, halkın iradesinin temsil edilmesi, meclisin halk iradesine dönüştürülmesi, gerici kurumlarda değişimin sağlanması, yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ve hiç kuşkusuz “halkın örgütlenerek” harekete geçmesi ile… HDP bu yaklaşımı ile parlamenter çözüm ve parlamenterizmi tam anlamıyla temsil eden dinamik bir demokratik partidir. Devrimci damar ise bu parlamenter çizginin kuşatması altında, ona tabi olan bir çizgi ile sürekli rotasını kaybeden ve HDP’nin yanlış çizgisine “devrimci” söylem ve duruşla temelde destek sunan bir rol oynamaktadır.
Komünistler HDP’yi tereddütsüz müttefik bir güç olarak görmektedir. Seçimler öncesi bu yaklaşımını şu şekilde ifade etmişlerdir: “Partizan HDP’nin dost olduğunu bir an dahi unutmadan onun iktidar mücadelesi ve seçimler karşısında aldığı tutumu eleştirir, ideolojik mücadeleyi benimser. HDP’nin siyasal çizgisini ve politik olarak aldığı yanlış kararları eleştirirken, HDP ile dostluk ilişkisini geliştirmeyi, aynı sürecin içinde farklı gelişmeler karşısında HDP ile ortaklaşmayı, dayanışma içinde olmayı ihmal etmez. Dost güçler arasındaki güven karşısındakinin bağımsızlığına inanmakla, onun bağımsızlığını tanımakla başlar ve her türlü vesayet ilişkisine darbe vurarak ilerler. Yani kararlara saygı sorunu dost güçler arasındaki hukukun temel ilkesidir. Bu ilke “eleştiri-birlik-eleştiri” politikasına hayat verir. HDP ve bir bütün bileşenleri komünistlerin kendi çizgileri doğrultusunda eleştiri hedefinde olmak zorundadır.” (“Siz HDP’ye Karşı Mısınız?”, Yeni Demokrasi 12. Sayı, s. 16)
Komünistler HDP’nin demokratik-devrimci bir müttefik olduğunu kabul ederken, onun programı, hedef ve amaçları ile tam anlamıyla proletarya için halk için ve ezilen ulus ve inançlar için bir özgürlük ve demokrasi gelmeyeceğini bilirler. Ortak düşmana karşı birlikte savaşım vereceği bir güç olarak gördüğü gibi, Halk Demokrasisi’nin-Demokratik Halk Devrimi’nde bir müttefiki olarak HDP’yi görür ve ona göre ilişkilenirler. Ancak komünistler, HDP’den demokrasi getirmesini, onu gerçekleştirmesini bekleyemez. Bu görevi ve rolü proletarya dışında hiçbir sınıfa da atfedemez. Bunun birinci nedeni Lenin yoldaşın belirttiği gibi, “proletarya siyasi ve toplumsal sistemin tamamen demokratikleştirilmesini gerçekleştirme kapasitesine tek başına sahiptir çünkü bu, sistemi işçilerin ellerine teslim edecektir”, “diğer sınıf ve grupları demokratik özlemlerinin işçi sınıfının demokratik faaliyetinin birleşmesinin, demokratik hareketi zayıflatacak olmasının, siyasi mücadeleyi zayıflatacak olmasının, onun daha az kararlı, daha az tutarlı ve daha uzlaşmaya yatkın hale getirecek olmasının nedeni budur. Öte yandan işçi sınıfı demokratik kurumlar için yürütülen mücadelenin öncü savaşçısı olarak öne çıkarsa, bu, demokratik hareketi güçlendirecektir, siyasi özgürlük mücadelesini güçlendirecektir…” sınıfsal duruş ve rolle ilgilidir. İkincisi, emperyalizm çağında demokrasi sorununun proleter devrimler sorunu olmasından kaynaklanmasıdır. Bu görev de KP’nin önderliğinde Demokratik Halk Devrimi’nin gerçekleştirilmesi, devlet mekanizmasının tümüyle paramparça edilmesi ile mümkündür. HDP sınıfsal olarak bu role uygun bir bileşene sahip olmadığı gibi, demokrasiyi anayasalcı hayallerle ve uzlaşmayla gerçekleştirme hedefine sahiptir. Biz HDP, Kürt Ulusal Hareketi ve diğer devrimci-demokratik dost güçlerin demokrasi mücadelesinin yanındayız. Bu görevi karşılıksız ve bir beklentiye düşmeden komünist bir görev olarak tanımlarız ancak bu duruşumuz politik çizgimizde, önderlik rolümüzde tavizsiz olmayı da getiren bir konumlanışı içermek zorundadır.
24 HAZİRAN SEÇİMLERİ, GÜÇ DENGELERİ VE SONUCU BELLİ SANDIK YARIŞI
HDP var olan çizgisiyle ve özellikle 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım seçimleri, 2017 16 Nisan Başkanlık Referandumu ve 2018 24 Haziran seçimleri ile faşizme karşı mücadele, meclise biçilen rol toplumsal sorunlar karşısında mecliste takındığı tutum, kitlelere faşizmi anlatma biçimi ve değişime dair gösterdiği adresle parlamentarizm girdabına kapılmış, onun pençesinde demokrasi mücadelesi yürüten bir parti konumundadır.
Tam da buradan 24 Haziran seçimlerinde alınması gereken politik tavrın neden boykot olduğunu anlatmak gerekmektedir. Komünistler bir bütün süreç değerlendirmesi, kitlelerin çelişkisi ve bu çelişki karşısında ki politik şekillenişi, dünyadaki Türkiye’deki eğilimleri gözeterek ve elbette öznel durumuna bakarak tavrını belirlemiştir. Lenin yoldaş “taktik, her verili devletin (ve onu çevreleyen devletlerin ve tüm devletlerin, yani dünyadaki tüm devletlerin) tüm sınıf güçlerinin soğukkanlı ve sımsıkı nesnel bir değerlendirmesine ve devrimci hareketlerin deneyimlerinin hesaba katılmasına dayandırılmak zorundadır” diyor. Bu yaklaşım hiç kuşkusuz seçimdeki taktik politikayı belirlerken de geçerli olmak zorundadır.
Türk hakim sınıflarının ekonomik ve siyasi olarak yaşadığı kriz, kapitalist-emperyalist sistemin yoğunlaşan krizinden bağımsız değildir. Emek-sermaye çelişkisinin ulaştığı boyut tüm dünyada emperyalistler arası pazar kavgasını artırmakta, birçok bölgede savaş ve çatışmaları tetiklemektedir. Kapitalist-emperyalist ülkelerde dahi “sağ-muhafazakar” veya ırkçı partilerin iktidara taşınması, “güçlü lider” odaklı yönetim arayışları, sistemin krizinin siyasi iktidar sahnesindeki yansımalarıdır. Türkiye gibi emperyalizme bağımlı faşist ülkelerde siyasi iktidar düzleminde yaşanan gelişmeler dünya çapında yayılan siyasi gericilik ve faşist dalgadan ayrı düşünülemez. Ülkemizde AKP ve R. T. Erdoğan’ın merkezinde bulunduğu, faşist sistemin yoğunlaştırılması ve gömlek değiştirmesinde anlam bulan gelişmeler dünyadaki eğilimin bir parçası olduğu kadar Türk hakim sınıflarının ve hakim kliğin çıkarlarına da hitap etmektedir.
Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemi muhtevası taşıyan, yönetimi tek elde toplayarak merkezileştiren Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yeni sürecin ihtiyaçlarına göre faşizmin gömlek değişikliğinden başka bir şey değildir.
Gömlek değişimi emperyalist sistemi rahatsız eden bir gelişme olarak değerlendirilmemelidir. Emperyalist sistemi rahatsız edecek durum, kendisi için yönetme zorlukları çıkaracak yeni güç dengeleridir. Faşist sistemin bu bağlamda temel yönelimi ve şekillenişi, arayış çabası ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmi başta olmak üzere diğer güçlerin yeni bir durumla karşılaşmasına vesile olmayacaktı ve olmadı da. Seçimlere giderken özellikle AKP-Tayyip kliğinin emperyalistler arası çelişkiye oynayan yaklaşımı ve elini daha fazla güçlendirmesi özelde ABD emperyalizmi için bir yanıyla rahatsızlık belirtisi iken diğer yanıyla faşist diktatörlüğün daha güçlü bir rol üstlenme mücadelesi olması bağlamında memnuniyet yaratan ikili bir yönü içermektedir. ABD’li bir yetkilinin ifade ettiği gibi “sadık uşaklarımız vardır bunlar biraz sorun çıkardığında uşak olduklarını anımsatmak için sopamızı çıkarırız” durumu yaşanmıştır, yaşanmaktadır. En nihayetinde Türk egemen sınıfları bağlı olduğu emperyalist bloğa daha fazla bağlanmanın mücadelesini, diğer emperyalist blokla flört ederek gerçekleştirmektedir. Seçimler ve onu tetikleyen esaslı yeni koşullar ve çelişkiler dünya ölçeğinde, özellikle de dış politika bağlamında söz konusu değildir.
Ancak bölgesel gelişmelerin işaret ettiği, ekonomik parametrelerin alarm verdiği, siyasi krizin ekonomik krizle kaynaşarak toplumsal çelişkileri derinleştireceği duruma karşı Türk hakim sınıflarının daha etkin hazırlanması ihtiyacı söz konusu olmuştur. Egemen sınıf klikleri arasında tırmanarak devam eden gerginliğin stabil hale gelmesi, bu kapışmanın aynı zamanda bir sonucu olan seçimleri Tayyip-AKP ve MHP kliğini öne almıştır. Özellikle klik çatışmaları ve iç klik çatışmalarının yıpratıcı etkisi bir bütün faşist partilerin her birinde ortaya çıkmıştır. Bu temelde böylesi bir seçim faşist partilerin ve kliklerin kendi güçlerini test etme, kendi gerçekliklerini görme ve aynı zamanda süreçte daha güçlü çıkma mücadelelerinin bir ihtiyacı olarak da kendini göstermiştir. Klik ve iç klik çatışmaları seçim sürecini örgütlerken hem tasfiye ve güçten düşürme, hem de tasfiye ve güçten düşürme koşullarını yaratacak bir zeminde vuku bulmuştur. AKP-Tayyip ve MHP kliği seçimlere güç dengelerinin değişmediği koşullar içinde olunduğunu bilerek erkene çekmiş ve bu güç dengelerinin en kötü ihtimal devamını sağlayacak yeni bir soluklanma ve ileri hamle yaratma hesabı yapmıştır. Bu seçimler öncesi Partizan’ın seçim tavrı çok açık ve berrak bir şekilde ortaya konmuştur. Bu açık gerçeğe gözünü kapatan ise her renkten devrimci, demokrat ve ilerici güçler olmuştur. Bu koşullarda böylesi bir seçimin faşist diktatörlüğün halk yığınlarına daha güçlü saldırıyı örgütlemek için bir basamak olarak kullanacağı çok açık ve net bir resim karşımıza çıkarıyordu.
Gidilen seçimler her ne kadar egemen sınıfların politik krizinin bir sonucu olsa da, aynı zamanda sistemin politik krizine dökeceği bir benzin değil bir bardak da olsa su işlevi yüklemiştir. Faşist diktatörlük ve onun dümenindeki AKP-Tayyip ve MHP bloku bunun bütün koşullarını yaratmıştır. Seçim sistemine dair düzenlemeler, sistem içinde yarattığı tasfiyelerle var olan faşist devletin sigortası haline kendini getirme durumu, medya düzeninde yaptığı dizayn, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının bütünlüklü çıkarına yönelik sağladığı taahhütler, ezilen halk kitlelerine yönelik OHAL ve KHK saldırganlığı, Kürt meselesinde bölgesel çıkarlarını da genişletecek savaş ve işgal politikası onu seçimlere en hazır ve gücünü koruyacak blok olmasını sağlamıştır. Partizan seçime yönelik tavrında “Ülkemiz özgülünde 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren yapılan her seçim ve referandum daha önceki örnekleri aşan bir biçimde hakim kliğin baskı, zor ve ‘hile’leri altında gerçekleşmiş ve artık kelimenin tam anlamıyla bir seçim oyununa dönüştürülmüştür” şeklindeki tespitle egemen klikler arasında ki güç dengesine ve artık seçimin aldığı yeni biçime yerinde ve doğru bir şekilde işaret etmiştir.
Egemen sınıf kliklerinden CHP’nin ise seçimlere ve böylesi bir seçime zevahiri kurtaran açıklamaları (“Kazanacağımız seçimleri neden boykot edelim” gibi iddialı çıkışlar gibi) dışında ne yeterli hazırlığı, ne seçimler vesilesiyle güç dengelerini değiştirecek olanakları söz konusu değildir. Üstelik içinden çıkan Selin Sayek Böke ve İlhan Cihaner gibi figürler “boykot” tartışmasıyla güç dengelerinin ne kadar eşitsiz olduğuna işaret ederek sürecin başında CHP’yi bir tartışmanın içine çekmişlerdir. Her ne kadar bu tartışma uzun soluklu olmasa da kitlelerde bir karşılığı olduğu görülmüştür. CHP, seçim yarışına hazır olmayan İYİ Parti ve Saadet Partisi’ni de yanına alarak özellikle Tayyip Erdoğan karşıtlığına odaklanan bir seçim kampanyasını örgütlemeye koyulmuştur. CHP’nin hazır olduğu ve kampanyasını işlevli kıldığı nokta da burası olmuştur. CHP, bütün politik hazırlığını, var olan tüm suçların sistemden ve faşizmden değil Tayyip Erdoğan’dan kaynaklandığına odaklanan bir kampanyayı süreç boyunca örgütlemiştir. Hazır olmadığı bir seçimde, güç dengelerini değiştiremeyeceği koşullarda CHP’nin hazır olduğu tek şey bu olmuştur. Bunun yanında Kürt meselesi üzerinde yükseltilen şovenizm dalgası da CHP’nin ve “Millet İttifakı”nın dayandığı noktalardan birisi olmuştur. Efrin işgaline sunduğu sınırsız destek, Kürtlere yönelik katliamları onaylayan faşist tutum ve inkarcı politikanın “şimdi” hayata geçmesi karşısında “çözüm sürecine” gönderme yaparak “geç kaldın gözünü sevdiğimin Tayyib’i” yaklaşımı ile faşist tutumundan taviz vermemiştir.
CHP anti-faşist, demokrat ve R.T Erdoğan karşıtı kitleye bu seçim kampanyasında büyük bir hayal satarak ciddi “başarı” sağlamıştır. Geniş kitlelerin ekonomik ve sosyal, politik ve kültürel her alanda maruz kaldığı saldırılar karşısında öfkeyle dolu geniş kesimler “Tayyip’in gitmesi” üzerine bir motivasyonla seçime seferber edildi. Geniş kitlelerin, bu kampanyayla var olan faşist baskı, sindirme, zorbalık ve tiranlığa karşı öfkesi coşkulu bir ruh hali ile adeta zehirlendi, çaresizlik girdabına onları iteleyecek bir politik iklim yaratıldı. Böylece faşist kliklerden biri “kazanamayacağını bildiği seçimlerde” belirlediği hedef kitleyi büyük bir korku iklimi yaratarak ve seçimlere bağlanmış umutları kökleştirerek başarıyla sonuçlandırmıştır. Ancak seçim kampanyasının bu politik başarısı, aynı zamanda kendi iç klik çatışmalarının derinleşmesi ve keskinleşmesi, bu faşist kliğin kitleler nezdinde zaten zedelenmiş itibarının daha fazla zedelenmesi başarısını da getirmiştir. CHP’ye yönelik güvensizlik geniş kitlelerde aynı zamanda büyük bir öfke potansiyeli de taşımaktadır.
24 HAZİRAN SEÇİMLERİ, DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE HALK KİTLELERİNE ANLATILAN ZAFER HİKAYESİ
Seçimlerde faşist kutuplar dışında halk saflarındaki güçlerin oluşturduğu blok olan HDP ise seçimlerin “halkın ihtiyacı” olmadığını, faşist diktatörlüğü ve en amansız saldırganlığına karşı seçim ve parlamento dışında bir mücadelenin benimsenmesi gerekliliğini kavrayamayan yaklaşımıyla seçimler karşısında hazırlıksız yakalanmıştır. Bu seçimler aynı zamanda HDP’nin parlamentarist, reformist ve sistemiçilikteki ısrarcı yaklaşımını ortaya çıkarmasını sağlayan bir rol oynamıştır. Tüm halk katmanlarının acımasız bir baskıya maruz kaldığı, Kürt ulusunun katliamlardan geçirildiği, legal siyaset alanının olabildiğince daraltıldığı, meclisin artık bir paçavra özelliği kazandığı, söz söyleme ve örgütlenme hakkının tutuklamalarla yok edildiği, özelde HDP’ye yönelik bütünlüklü baskının (seçim döneminde de devam eden) gün be gün arttığı koşulda asıl ve belirleyici ihtiyacı belirleyemeyen bir HDP gerçekliği ortaya çıkmıştır. Zira 24 Haziran seçimlerinde belirleyici soru, “bu seçimin amacı ve hedefi nedir, güç dengelerinde ne gibi bir değişim sağlayacaktır ve halkın genel ruh hali bu seçimleri ve ortaya çıkaracağı sonucu belirleyecek midir?” olmuştur. Ve elbette “bu seçim kampanyası boyunca, seçimlerde alınacak tutuma bağlı olarak kazanan ve kaybeden kim olacaktır?” sorusu… HDP mevcut güç dengelerini, son 4 yılda tekrarlanan seçimlerde oluşmuş deneyimleri, faşist sistemin bu seçimlere duyduğu ihtiyacın nedenlerini doğru analiz edemediği için seçimler ilan edildiği andan itibaren “seçim çalışmasına” başlamıştır. Seçimlere katılım dışında kendine başka hiçbir seçenek görmeyen HDP, tabanının ve kitlelerin eğilimini dahi alma ihtiyacı duymamıştır. Bu yönüyle aksini iddia etse de “taban demokrasisi”ni uygulayan değil, Lenin’in deyimiyle bürokratik “parlamenter ahmaklık” hastalığından mustarip tutumuyla sürece hızla adapte olmuştur.
Seçim kampanyası ise halka doğru bilinci taşımak kaygısından çok, onun ruh haline popülist bir tarzda hitap eden, başarı ölçütünü aldığı oy ve “barajı yıkmak” üzerine kuran ve tıpkı CHP gibi Tayyip-AKP karşıtlığına odaklayarak güç dengelerinin bu seçimlerle değişeceği inancını aşılayan, bu bağlamda gerçek sorunların değişiminin buna endekslendiği bir kampanya örgütlemiştir. “Bir oyla her şey değişir”, “24 Haziran’da tercihimiz iyilikten, huzurdan, değişimden yana. Oylar Demirtaş’a!” ,“Kadın düşmanı politikalarla iktidarını sürdüren Tek Adam rejimi, senle değişir”, “Tek adam mı, çok insan mı? “Senle değişir her şey!” sloganları ve en önemlisi bu sakatlanmış anlayışla seçimler karşılanmıştır. Bu sloganların her biri, faşizme ve dümenindeki Tayyip Erdoğan’a karşı duyulan öfkeye denk gelen, esasında kitlelerin hali hazırda bilincinde olan ve onlara özel olarak yeni bir mücadele azmi/kararlığından çok sandığa yönelerek değişimin olacağını salık veren geri bir noktaya işaret etmiştir.
HDP, seçim barajını yıkma argümanıyla kitleleri büyük bir iştahla sandığa yönelten ve burada elde edilecek “başarıyla” yeni bir mücadele sürecinin örgütleneceği, faşizmin bu şekilde geriletileceği propagandasına da çokça başvurmuştur. Oysa 7 Haziran seçimleri ve 1 Kasım seçimleri bu sonuçları zaten yaratmıştı. Bu noktada bu deneyimlerden nasıl bir sonuç çıktığı, devletin ve AKP-Tayyip kliğinin bu durum karşısında nasıl bir konumlanış aldığı, bu durumun ne doğurduğu nasıl bir politik ilerleme ve demokratik gelişim kaydettiği ve en önemlisi bu başarıyla kitlelerin mücadelesini hangi rotaya yönlendirdiği ya da yönlendirip yönlendirmediğine HDP yanıt olamadı, olmak istemedi. Seçimlerde elde edilecek başarının “halkın yaşadığı baskıyı” azaltacağına dair özel ve etkili vurgular yine bir önceki seçimlerde ortaya çıkan tablo ve durumla izah edilmeksizin sloganlara yansıdı. Oysa yakın zaman deneyimleri henüz hafızalardaki yerini korumaktadır. Elde edilmiş başarılar faşizm tarafından yok sayılmış, baskıyla zorla ezilmiş, ortaya çıkan bu gerçeklik karşısında parlamento içinde ve dışında kitleleri doğru bir şekilde bilinçlendirecek, faşizme yöneltecek, kazanılacak yeni kitleleri ikna edecek, onlara güven verecek bir bilinçlendirme ve mücadele yerine “sandıklar” üzerinden meydan okuyan, halkı sandıklara koşmaya mahkum eden, tüm umutları ve geleceği buraya odaklayan bir yaklaşım sergilenmiştir. Parlamento bu şekilde HDP için demokratik mücadelenin bir aracı değil kendisini orda konumlandırmanın temsil organı işlevine bürünmüştür.
Seçimlerin kimin tarafından kazanılacağı ve bu seçimlerin faşizm için halka yeni saldırı dalgaları için bir kaldıraç olduğu gerçeği karşısında halkı daha güçlü bir muharebeye hazırlamak yerine, zafer naraları ve yanılsamaları yaratmanın, meclise girmenin asıl başarı ilan edildiği bir kampanya örgütlenmiştir. Bu açık bir şekilde halkın boş umut ve hayallerle, parlamentarist rüyalara yatırılması anlamına gelmiştir. Seçimlerin kazananının faşist devlet, AKP-Tayyip kliği olacağı apaçık ortada duran bir gerçek iken, sandıktan çıkan sonuçlara büyülü bir güç yüklenmiş, kitlelerin öfke ve tepkiyle dolan ruh hali doğru şekillendirilememiştir. Halkın karşılaşacağı sonuçlara hazırlamak bir yana, geniş kitleler sandık ve seçim stresiyle yüklenmiş, oluşacak yeni meclis aritmetiği ve sandık sonuçlarıyla “her şeyin değişeceğine” inandırılmıştır. Bu mücadelenin iç bağlantılarıyla ve çelişkilere doğru bir tarzda müdahaleye ilgi yerine, meclis aritmetiğine odaklanan bir yaklaşım oluşmuştur. Bu tablo ve gerçeklik acımasız gerçeklerdir. Aynı zamanda HDP’nin ve bileşenlerinin reformist hayalleri ve parlamentarizme kilitlenmiş siyaset tarzıdır. Engels yoldaşın 1890’da Erfurt Program Eleştirisi’nde “parlamenter hastalığa” dair belirttiği özelliklerinden biri olan “’hareketin geleceği pahasına’ ‘anlık başarı için didinme’ eğilimi, yani oportünizmdir” tespiti HDP ve bileşenleri için söylenmiştir sanki, sadece “hareketin geleceği” yerine “halkın devrimci çıkarlarını” ve “oportünizm” yerine de “reformizm” diye değiştirmek yeterli olacaktır.
Boykot, tam da bu gerçekliklere işaret ederek, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri, Başkanlık referandumu ve tüm güç ilişkileri değerlendirilerek şekillenmiş bir taktik politika olmuştur. Bu seçimlerin yeni bir güç dengesi oluşturmayacağı, var olan tabloyu değiştirecek bir ruh ve eylem şekillenişinin olmadığı, seçimlerin bugünden kazananının kitlelerin oluşmuş ruh hali değil faşist diktatörlüğün ve AKP-Tayyip ve MHP ittifakı olacağı vurgulanmıştır. Bu tabloda kitleleri bu oluşmuş ruh halinden koparmak, gerçekliğe hazır hale getirmek, doğruyu ısrarla taşımak ve bu bilinci oluşturma görevinin sorumluluğu üzerine durulmuştur. Boykot taktiği geniş kitlelerdeki parlamentarizmle uyuşmuş bilinç bulanıklığını gidermenin, devletin önceki seçimlerle ortaya çıkan gerçekliğine karşı yeni bir hamle yapmanın, oluşmuş tepkinin doğru bir siyasal bilinçle şekillendirmenin amacı olmuştur.
Seçim sonuçları esasta beklenen tabloyla şekillenmiştir. Kitleler yanlış ve temelsiz bir beklentiye sokulmuş, ortaya çıkan sonuçla büyük bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk içinde kalınmasına neden olunmuştur. Kitlelerin ruh halinin şekillendiremeyeceği, belirleyemeyeceği, etki edemeyeceği ve de var olanı değiştiremeyeceği sandıklara, kitlelerin umutları adeta gömülmüştür. Kolektif bir umutsuzluk, faşizmin ve “tek adamın” bu defa yenileceği hem de bunun sandıkta gerçekleşeceğine dair propagandayla örgütlenmiştir. Geniş yığınlar kazanımla sonuçlanmayacak bir seçim oyununa sürüklenmiş, onun içinde boğulmuş, enerjisi mas edilmiş, yanlış bir bilinçle şekillendirilmiş, öfkesi doğru bir siyasal bilinç yerine yanlış ve tek yanlı bir öfkeye mahkum edilmiştir.
AKP-Tayyip ve MHP kliğinin, hile, entrika ve elindeki tüm olanaklarla şekillendirdiği sandıkların meşruluğuna inanmayan milyonlarca kitle seçim günü CHP başta olmak üzere, HDP ve bileşenleri tarafından yalnız bırakılmıştır. Kitlelerin apaçık gördüğü ve öfkeyle dolduğu bu tabloya karşı örgütsüzlüğü, ne yapacağını bilmeyen dağınıklığı “seçim aslanları” tarafından itidal çağrılarıyla derinleştirilmiştir. Bu öfke ve tepkiye yaslanma meşruluğunu görmeyen parlamenter hastalık HDP’de daha ilk gün hızla depreşmiş, zafere yanlış bir şekilde büyük bir coşkuyla kodlanmış kitlelerde yılgınlık, umutsuzluğun ve yine yanlış bir şekilde “yenilmiş olmanın” ruh haliyle baş başa bırakılmıştır.
Seçimler sonrası, seçime katılan tüm cenahın ilk açıklamaları “seçimin meşru olmadığı” yönlü argüman olmuştur. Kitlelerde seçim öncesi yakalanan “ruh hali” bu tasfiyeci-reformist kesim tarafından bir kez daha seçim sonrası yakalanmıştır. Seçimlerde başarıyla çıkıldığı söylemi CHP’nin yanı sıra HDP ve tüm bileşenleri tarafından tespit edilmiştir. Bu tespit ise kitlelerin baktığı yerden bakamayan, kendi bulunduğu dar kuyunun deliğinden gördüğü gökyüzünü tarif etmenin ötesinde başka bir şeye denk düşmemektedir. Özellikle HDP ve bileşenlerinin seçim öncesi subjektif ve parlamentoya kilitlenen, halka politik gerçekliği anlatmaktan “aciz” tutumları seçim sonrası “başarı” hikayeleri yazılarak, halkla kurulan sıkı ilişkilenme ve onların çıkarlarını seçim çalışmasıyla gerçekleştirdikleri propagandası eşliğinde devam etmektedir. Faşist diktatörlüğün yeni ekonomik, politik ve ideolojik saldırı dalgasına karşı, seçimleri ve parlamentoyu nasıl bir devrimci bilinçlenme ve ilerleme aracı olarak kullandıkları ise gerçeklerin duvarına ve kitlelerin tepkisine çarpmaktadır.
Son söz olarak,
Komünistler bu seçim sürecinde özellikle boykot tavrı takındığı için yoğun bir basınç altına alınıp, tecrit edilmeye ve haksız politik ithamlara maruz kalmıştır. Boykot tavrının “AKP ve Tayyip’e yaradığından” “Kürt hareketiyle ittifak yapmaktan imtina edip, inceltilmiş sosyal-şovenist etkide kaldığına”, “dogmatik tutumla boykot tavrı alındığından”, “demokrasi ve reformlar için mücadele etmekten imtina ederek sol çizgiye saplandığına”, “kolaycı, halktan kopuk, halkın çıkarları için çalışmamaktan” “müttefik güçleriyle arasına mesafe konduğundan” dair bir dizi suçlama ve ithama maruz kalmıştır.
Komünistler her meselede, her taktik politikada olduğu gibi bu taktik politikada da kendi bağımsız siyasi kimliklerini, süreci proletaryanın ve diğer devrimci sınıfların çıkarlarını gözeterek belirlemişlerdir. Bu noktada doğru politikalarını örgütsel güçlerine, olanaklarına paralel olarak hayata geçirmeye çalışmışlardır. Özellikle son yıllarda devrimci ve demokratik güçlerin düzeniçileşme süreci, bu bağlamda devrimci iddiada ki aşınma, ileri kitlelerin net ve açık politikayla şekillenme ihtiyacı ve devrim kanalına akıtılması görevi büyük yaralar almıştır. Devrimci duruş ve karşıtlığın, iktidar bilincindeki savsaklanma halinin ideolojik ve düşünsel temelde oluşmuş ciddi bir sorun olduğu gerçeği es geçilmektedir. Partizan bu durumu seçim öncesinde şu şekilde ifade etmiştir: “Temel mesele politik iktidar mücadelesidir ve bu hedefle kitlelere gitmek, kitleleri örgütlemek her koşul altında esastır. Örgütlenme düşünsel boyutta bir değişim gerektirir, bundandır ki devrimci durumun yükselmeye başladığı koşullar kitlelerin örgütlenmesi için en elverişli koşullardır. Kitlelerin ‘eskisi gibi yönetilmek istememesi’ düşünsel bir değişimin göstergesidir. Bugün kitlelerde ‘eskisi gibi yönetilmek istememe’ durumu mevcuttur, bu tespiti yapabiliriz. Kurulu düzen kitlelerin taleplerini karşılayacak bir gerçeklikte değildir ve olamayacak da… Kitleleri düzenin karşısına çıkartan, Gezi İsyanı gibi kendiliğinden kabarmalara yönelten bu nesnel gerçekliktir. Aynı gerçeklik emperyalist sermaye ve ülkemizdeki uşakları olan komprador burjuvazi ve büyük toprak sahipleri için de üstesinden gelinmesi gereken problemdir.
Karşı-devrim, faşizmi zincirlerinden boşaltmak dışında düzen içi “seçenekler” oluşturmak, düzen içi çözümler olabileceği yönünde beklenti yaratmak vs. yöntemleriyle kitlelerdeki düzen dışı potansiyeli yönetmeye çalışır. Geliştirilen ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’; M. Akşener ve M. İnce gibi aktörlere ‘başrol’ verilmesi, değişim talebinin meclisteki sayısal dengeye ve Cumhurbaşkanı’nın değişimine indirgenmesi kitlelerle düzen arasında zayıflayan bağın güçlendirilmesi, kitlelerin düzene bağlanması içindir. Partizan, 24 Haziran seçimlerini de vesile ederek kitlelere rejimi, rejimin gerçekliğini ,’bozuk düzende sağlam çark olmadığını’ anlatmaya çalışıyor. Partizan, bugün seçim ve sandığın kitleleri düzen içine itmek yönünde işlev kazandığını söylüyor ve seçim sürecini kitlelere gitmenin aracı olarak kullanma, parlamento kürsüsünden yararlanmak amacıyla sandığa çağırma anlayışının bu momentte kitleleri düzen içine yöneltmeye ve düzenden yana beklentileri güçlendirmeye hizmet edeceğini savunuyor.” Bu durum aynı zamanda komünist öznenin kendisini gelişmelere göre devrimci temelde hazırlanmasının örgütlenmesidir. Bu yönüyle de bu seçimler ve alınan tavır iktidar mücadelesinde iddialı olmaya yönelik bir politik tutumun, doğru politikayı yakalamaya ve hayata geçirmeye yönelik ısrarın test edildiği bir durum yaratmıştır.
Komünistler, Demokratik Halk Devrimi mücadelesi ve proletaryanın iktidarı meselesini düz bir yol olarak kavramıyor kuşkusuz. Bu yolda devrim için kullanacağı, iktidar mücadelesi ve bilinci yaratacak, kitleleri bu yola seferber edecek her aracı kullanmaya hazırdır. Seçim ve parlamento aracının kullanılmasına da kapalı değildir. Ancak bu aracın kullanımında stratejik yönelimini besleyecek, güçlendirecek yaklaşıma sıkı sıkıya bağlıdır. Devrimin bütünlüklü çıkarı karşısında “anlık başarılar” için didinmeyecektir. Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden halkın faşist diktatörlük karşısında sistem içinde de olsa demokratik kazanımlara, reformlara ve açık siyaset yapmaya ihtiyacı vardır. Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen milliyetlerin ve inançların tam hak eşitliği sağlanana kadar var olan koşullarda yaşamasını kuşkusuz kabul etmemektedir. İyileştirmeler ve reformlar için mücadele etme perspektifi ve yaklaşımı vardır. Ancak komünistler bu noktada Lenin yoldaşın şu bakış açısı ve perspektifini asla unutmama da kararlıdırlar: “Gerçek reformları gerçekleştirme olasılığı en az olanlar reformist taktiklerdir. Gerçek reformları elde etmenin en etkin yolu, devrimci sınıf mücadelesi taktikleri izlemektir”
“Sloganlarımızı reformist burjuvazinin sloganlarıyla birleştirerek devrim davasını ve sonuç olarak aynı derece de reform davasını da zayıflatırız, çünkü bu şekilde devrimci sınıfların bağımsızlığını, cesaretini ve gücünü azaltırız.”
Komünistler asla bu perspektiften ve bakış açısından vazgeçmeyecektir. Tarihsel sorumluluğu ve halkın güncel çıkarları ancak bu perspektifin en yaratıcı şekilde yaşama geçirilmesiyle hayat hakkı bulacaktır. Bu sebepten komünistlerin “moda” olan uzlaşmacı çizgide, anayasalcı iyileştirme hayallerinde, parlamentarizmle sınırlanmış reform kavgasında ve çizgisinde konumlanması beklememelidir. Halk safları içinde olan her siyasal anlayışla ittifak ve mücadele birliğine evet, ancak bu çizgilerin hatalı yanlış ve burjuva karakteriyle birleşmeye hayır!
*Bu yazı Eylül 2018 tarihli Partizan dergisinin 90. sayısından alınmıştır.