H.Merkezi: 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen KHK’lar ile işinden edilen Nuriye ve Semih Öğretmen bugün 119 gündür açlık grevinde ve hapishanede. Kendisi de uzun yıllardır hapishanede ve daha uzun yıllar da hapishane de kalacak olan Huysuz Teyze’nin Nuriye ve Semih’e atfen yazdığı bu değerli paylaşımı siz okurlarımızın beğenisine sunuyoruz.
“ÖĞRETMENLERİM
Okula başlayacağım için heyecanlıydım. Babam bir hafta önce, çantamı, kara önlüğümü almıştı. Annem de dantel yaka örmüştü. Okula başlayacağım için yüreğim kıpır kıpırdı. Evin büyüğü olarak gururluydum, kardeşlerimden önce okula gidecektim.
Heyecanım kursağımda kaldı, olmadı!
Bir sabah çantamı kenara attım, “okula gitmem” dedim.
Sesimi duyan olmadı. Tam okula başlamama bir hafta kala babamı tutuklamışlardı. İki ay önce doğan kardeşimi ayağımda sallarken ağlıyordum, “bize kim bakacaktı?”.
Boyumdan, yaşımdan büyük kaygılarımızı da, annemle evimizin salonuna dolup ağlayan kadınlardan öğreniyordum:
“Bu kadın dört çocukla ortada kaldı.”
“Yazıık, çok yazııık, adamı daha da bırakmazlar”
“Ne olacak bu çocukların hali…”
Onlar konuştukça annemin yanakları çöküyor, yüzü uzuyordu. Komşularımızı kırmak istemiyordum.
Eviniz yok mu sizin! Annemi üzüyorsunuz! Çıkın gidin evimizden!
Bunların hiçbirini diyemiyordum, düşündüklerim içime akıyordu.
Güneş çatıların üzerindeydi. Annem seslendi, kapıya çıktı. Uzun boylu, genç bir adam karşımdaydı. Gözlerimi kaşlarımın altına gizleyerek ona baktım, daha önce hiç görmemiştim.
Annem “öğretmenin seni görmeye gelmiş” deyince, gözlerim kaşlarımın altından çıktı. Sakalsız, beyaz tenli yüzünü görebildim. “Neden okula gelmiyorsun?”
Başımı kapının önündeki toprağa çevirdim, omzumu silktim. Dudaklarım titredi, burnumun delikleri genişledi.
Eğildi, uzun bacakları parmaklarımla dokunacağım kadar yakınımdaydı.
“Okula gelmezsen baban üzülür”.
Omzumu silktim.
“Okula gelmezsen babana mektup da yazamazsın.”
Gözlerimi ona çevirdim, uçsuz bucaksız gökyüzünü, mavi gözlerini o zaman fark ettim.
Uğur öğretmenim beni görmeye gelişiyle 1 Mayıs Mahallesi’nde ki “Şehitlik İlkokulu’na” başlamış oldum.
Babam hapse girdi diye zaman duracak değildi ya. Biz dört kardeş yavan ekmeğe talim büyüdük. İlkokulu bitirip ortaokula yazılacağım sıra nüfus cüzdanımın olmadığını, üvey anamın babama vurgun olduğundan boşanmaya yanaşmadığını öğrendim.
O yıl, devlet sağ olsun “Hızır” gibi imdadımıza yetişti: Nikahlı olmayan kadınlar için çıkardığı kanunla annemizin üzerine kayıtlı olarak nüfus cüzdanımızı aldık. 1 Mayıs Mahallesi’nde Pazar sokağının aşağısında “30 Ağustos İlkokulu’na” kayıt oldum.
Annem salonda ki divanı tutup; “oturduğumuz şu divanı, döşeği satar, sizi yine okuturum” deyip dursa da, lacivert okul formamı komşudan, içine giyeceğim beyaz gömleği de, temizliğe gittiği evden getirdiğinde her şeyim hazırdı.
Böylece annemin salondaki tahta divanı satmasına gerek kalmadan ortaokula başlamış oldum (!).
“Milli” dersler arasında kendimi yerli HİSSETMİYORDUM!
Ortaokul benim için; ”Milli” Tarih, “Milli” Coğrafya, “Milli” Güvenlik, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleriyle tanışmak demekti. Bütün bu “Milli” derslerinde arasında kendimi yerli hissedemiyordum. Üstelik din dersi öğretmenimiz günahlarımızdan arınmak, sınıfımızı geçmek için duaları öğrenmeyi şart koşunca eve ağlayarak geldim.
“Anne, duaları öğrenemezsem öğretmen sınıfta bırakacak” deyince annem mahallenin aşağısında Karslı komşularımıza götürdü beni. Komşumuzun kızı Asya, benden bir yaş büyüktü, okula gitmiyordu. Yüzünün güzelliğini ortaya çıkaran kahverengi türbanını başından eksik etmezdi.
Asya, “her duadan sonra dilek tut, kabul olur” derdi.
Her duadan sonra, “Allahım ne olur babam hapisten çıksın, amin” demeye başladım. Dualarımın kabul olmadığını gördükçe üzülüyordum.
Ben, “Milli” derslerin gölgesinde duaları öğrenmekle meşgulken okulumuza yeni bir öğretmenin geldiğini öğrendim. Teneffüslerde arkadaşlarım; “yeni gelen öğretmenin yüzü hiç gülmüyor, desenize çok dayağını yiyeceğiz” diyip duruyorlardı. Uzaktan bakarak korktuğumuz, yeni gelen öğretmen bizim sınıfın kapısından içeri girer girmez, bağırış çağırış dindi, sus pus olduk. Üzerinde soluk kahverengi ceket vardı. Tıpkı yüzü gibi. O kadar zayıftı ki elmacık kemikleri gözüküyordu.
“Ben Cumhur Kısır, resim öğretmeniyim”
Tek kelime etmeden “hapı yuttuk” dedik gözlerimizle birbirimize bakarak. Elinde tuttuğu bir tomar kâğıdı teker teker dağıttı. Önümüzde duran çizgisiz kağıda anlam veremeden baktık.
“Sessizce oturun ben geliyorum” diyip çıktı sınıftan. Az sonra ağaç kütüğü ve bir baltayla geri döndü. Kütüğe, baltaya, yüzü soluk öğretmenimize çıtımızı çıkarmadan baktık. Baltayı kütüğe sapladı. Öğretmen masasını kara tahtanın önüne çekti, balta saplı kütüğü masanın üzerine koydu.
“Önünüzdeki dosya kağıdına, kurşun kalemle baltayı, kütüğü çizin!”dedi.
Öğretmenimizin söylediklerini duymasına duymuştuk fakat anlam veremiyorduk. Öğrencilerinin boş gözlerle ona baktığını gören Cumhur Kısır gülümsedi.
“Korkmadan çizin, kütüğü, baltayı” sesi yumuşamıştı.
Okulumuzun hademesi Hüseyin abinin, kışın elinden düşürmediği eski tahta saplı baltaya, kütüğe baktım. Çizmeye başladım.
Zil çaldığında gözlerimiz aydınlandı. Çizdiğimiz resmin altına isimlerimizi yazdık, resimlerimizi toplayıp gitti.
Balta ve kütükle baş başa kalmıştık. Benim de ismimin olduğu on, on beş arkadaşımın ismini okudu. Ertesi gün elinde çizimlerimizle geri döndü. “İsmini okuduklarım resim bölümüne, diğerleri müzik bölümüne gidecek” dedi.
Böylece haftada iki kez Cumhur Kısır’ı görür oldum. Şakaklarındaki damarları sürekli attığı için, tek kelime etmeye korktuğumuz resim öğretmenimizle aramdaki bağ böyle başladı. Küçük, ela gözleriyle çizdiğim resimlere uzun uzun bakar; “Oldukça iyi devam et” derdi.
O dönemlerde her sınıfın bir de rehber öğretmeni olurdu. Rehber öğretmen, sorumlu olduğu sınıftaki öğrencilerin derslerdeki başarı grafiğiyle, kişisel sorunlarıyla ilgilenirdi. Cumhur Kısır aynı zamanda bizim sınıfın rehber öğretmeniydi.
Yemek teneffüsümüz uzun olurdu. Hızlıca bir şeyler yer oyun oynardık. Son günlerden teneffüslerde dışarı çıkıp oyun oynamak gelmiyordu içimden. Kafamı kollarımın arasına almış, sıramda oturuyordum. Biri omzuma dokundu, kafamı kaldırdım Cumhur Kısır’dı.
“Neyin var?” diye sordu, yüzünden beklenmeyecek yumuşaklıkla. Bir şeyim yok desem de inanmadı.
“Sabah annen ya da baban gelsin” dedi.
İkisi de gelemez dedim.
“Ne demek ikisi de gelemez!”
Babamın durumunu anlatınca; “Annen mutlaka gelecek!”
Akşam annem işten geldiğinde öğretmenim seninle görüşmek istiyor dedim. Demez olaydım; “Yine ne yaptın? Demedin mi kızım öğretmenine annem çalışıyor… Şimdi sekiz otobüsünü kaçırırsam bir saat durakta bekleyeceğim…”
Annem, tesellisi düşene kadar bana, öğretmenime kızdı durdu. Ertesi sabah benimle okula geldi. Annem Cumhur Kısır’la görüşürken kapıda bekledim. Kapı açıldı, annem burnunu çeke çeke okulun dibindeki durağa gitti. Annem işten döndüğünde sordum, dağınık kaşlarının altından bana baktı;
“Öğretmen seni çok seviyor, kızın son günlerde çok durgun, teneffüslerde çıkıp oynamıyor, neyi var?”
Demek Cumhur Kısır, o yüzü gülmeyen adam teneffüslerde benim oynamadığımı fark etmiş diye düşüne dururken annem;
“O zayıf öğretmenine dedim ki bizim evi köprü yapmak için yıkacaklar, kızım ondan üzgündür”.
Cumhur Kısır, evimizin yıkılmasına önleyemedi ama bende ki resim çizme yeteneğini açığa çıkardı. Sayesinde kara kalem çizim tekniğini, guaş boyayla tablolar yapmayı öğrendim. Asıl önemlisi de küçük ela gözlerinin ardına gizlediği sevgisiyle, insanların dış görünüşünün pek de önemli olmadığını öğrenmiş oldum.
BÜYÜDÜM!
Sizlere anlatamadığım nice değerli öğretmenlerim oldu öğrenim yaşamım boyunca. Bunlardan biri de ömrü sürgünlerde geçen edebiyat öğretmenim Fahriye Hanım: “Divan edebiyatını çalışın sınıf geçmek için, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı okuyun kendiniz geliştirmek için” derdi. Fahriye Hanım’ın önerisi üzerine Maltepe’ye bağlı Esenkent’de ki Ertuğrul Gazi Lisesi’nde ilk kez “Edebiyat Kolu” kurduk ve on beş günlük duvar gazetesi çıkarmaya başladık.
Eğitmen müfredata bağlı kalarak okumayı yazmayı öğretmek değildir sadece; öğrettiklerinin yaşamdaki iz düşümlerine irdeleme bilincini de verebilmektedir.
Ya da ders verdiği çocukların ruh dünyasına inebilmek, öğrencisinin kırılan umudunu yeniden yeşertebilmektir; Uğur öğretmen gibi.
Yoksul, emekçi halkın yaşadığı semtlerde ise öğretmen, çocuklarımızın zihinlerinde açılan penceredir; Fen Bilgisi, Fizik, Kimya dersleriyle bilimi, Felsefe, Mantık dersleriyle farklı bakış açılarını, resim, müzik dersleriyle yeteneklerimiz açığa çıkar; tıpkı Cumhur Kısır gibi.
Faşizm, dün olduğu gibi bugün de postallarıyla sokaklarda boy göstermeye başladığında önce devrimcilere, komünistlere ardından sanatçılara aydınlara yönelir. Sayısız öğretmen, aydın, sanatçı gerek politik kimliği gerekse haksızlıklara boyun eğmeyen tutumu nedeniyle; katledilmiş, diri diri yakılmış, hapis yatmış ya da ülkesinden sürgün edilmiştir. Onların ardından yenileri devralmıştır bayrağı. KHK’larla işinden atılan, ekmeğinden olan yüz binlerce emekçinin hak arama mücadelesinin sembol isimleri olan Semih Özakça, Nuriye Gülmen, Veli Saçılık öğrencilik yıllarımda duruşlarıyla bende iz bırakan öğretmenlerime yenileri olarak eklenmiştir.
Bugün dört duvar ardında onlara borçlu olduğumu hissettim, onlara sadece teşekkür etmek yetmez, onların öğrencileri olduğumuzu göstermek, mücadelelerini sahiplenmek, desteklemek boynumuzun borcudur. Eğer adil, eşit, özgür ve barış dolu bir gelecek istiyorsak….
HUYSUZ TEYZE”