Gerilla, denebilir ki; insanın insanlaşma sürecinde bütün yönleriyle bir mücadele alanıdır. İster bin yılların ağır yükü olan eski alışkanlıklar isterse de onu koruyan ve doğrudan yeniden yeniden üretmeye çalışan düzenin kendine yönelme olanağı anlamında olsun. Ve öyle ki; ürkütücüdür alimler için. Zira bilir ki onlar; meskeni dağ, silahı kleş, gücü halk olanın bitmez tükenmez kahrediciliğini. Onlar dağın, halkın ve silahın kesiştiği noktada kutup yıldızının sonsuz ışığını görürler. Bu ışık, bilinmez mağaralarda her baharın gelişiyle vadi boylarınca akan ırmaklarla süzülür. Yalçın kayalıkları tırmanır. Dağların zirvelerine ulaştığında göz alan parlaklığa dönüşür. Ta ötelerinde binlerin, milyonların gördüğü, işittiği bu alız; onların bilinçlerine ve yüreklerine bir kıvılcım düşürmektedir. Ve öyle ki; umut denilen, sıkı sıkı sarınılan, sarıldıkça büyüyen, büyüdükçe hasmının telaşı, belası ve de sonu olandır. Gerçek olan budur. Ve ona erişmenin arzusuyla dolu olanlar için; bir zorunluluktur. Bunu gördüysen, anladıysan ve arşınlamaya başladıysan menzile giden yolu; o da özgürlüğün sonsuz deryasında ilk yudumu içtiğin anlamına gelir.
İnsan bilincinin oluşumunda, gördüğü, duyduğu, temas kurduğu her şey belirleyendir. Ancak gerçeğe varmasında yeterli değildir. Bunun için algıladığı şeyleri doğru değerlendirmesi gerekir.
’93 temmuzunda bir çocuk… Akşam, anne ve babasıyla misafirliktedir. Tv’ de alev alev yanan bir bina… Binanın etrafında bir kalabalık, kalabalık ve yanan bina arasında askerler. Çocuk, gördüklerini, duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyor. Yanan kim? Yakan kim? Annemin, babamın yürekleri neye yanıyor? Neye öfkeleniyorlar? Biz kim? Onlar kim? Ya o türküdeki Maraş orası, neresi? Bir şehir mi? Bir ülke mi? Ne yana düşer? Kim öldürmüş de çivilemiş; duvarlara beyinlerinden çocukları? Kadınları öldürüp;niye tecavüz etmişler? Faşist köpeklere emir verenler… Tüm bunların anlamı ne? Ne ilk,ne son katliam… Ne demek bunlar?
Yine Tv. Polis ve halk… Ve Gazi Mahallesi… Çocuk iki yıl daha yetkinleşti ve biraz daha anladı. Yanan bizdik; yakanlar da, şu an gördüğü ve halkın üzerine kurşun yağdıranlardı. Öfke, kin, düşman,hesap sorma arzusu ve çocuğun güçsüzlük, çaresizlik hissi. Yürek sızısı ve ancak bilinç.
Faşist, zulmedendi. Katliam yapandı. Tecavüz eden ve duvarlara çivileyendi. Canlı canlı yakandı. Bunlar, o ’93 akşamı, anne ve babanın lanetledikleriydi. Biz ise ’93 akşamı alevlerin şavkında semaha duranlardık. Tamam bunu anladım. Ama neden bu zulüm, bu acı? Ne istiyorlar? Ya biz,biz ne yapmalıydık? Bir türkü,”faşistlerden hesap, lafla sorulmaz. Bizde hesapları namlular sorar…” ve bir başkası,” isyan ateşiyiz biz yanarız alev alev, dağların doruğunda, zafer namlularında…önderimiz İbo…” bu melodi geçen düğünde duyduğum ve babamın eğilip kulağıma “Bu bzimkilerin marşı” dediği ezgi. Babam “bizimkiler kim?” sorusuna yanıt vermedi o gün. Ama olsun. Demek ki bizim de ahımız alınıyor. Hesabımızı soruyor birileri. Ya İbo, o kim acep? Dağlarda isyan mı başlatmış? Hangi dağda acaba?
Aynı vakit,yoksulluktan kaynaklı göç ettikleri köylerinde, çatışma olmuş. Komşusu gelip söyledi. Dağdakiler bizim oraya da gelmişler. Asker sabah baskına gelmiş; kıyamet kopmuş. Asker dayıları, amcaları, komşuları toplayıp götürmüş. Olaydan sonra,köyden kaçmak zorunda kalan akrabaları; şu anki köylerine gelmişti. Yeni arkadaşlar da edinmişti. İlk defa dağı,dağdakileri somut dinliyordu. O zamanlar kimisine göre “terörist, başımızı belaya sokan” kimisine göre ise “bizim için savaşanlar” arkadaşın dediğine göre: asker köylüleri önüne katıp; araziye yürümüş. Köyü yakacaklarmış ama ne olmuşsa yakmamışlar. Öldürülen gerillaların cenazelerini, sürüklemiş; işkence etmişler. Sonra köylerden aldığı insanları, önce işkenceden geçirmiş; sonra da hapsetmişler. Kafası karışmıştı. Çocuk bu olaydan sonra, televizyondan sıkça duyduğu gibi “PKK’ye teröristler” demiyordu artık. Anlıyordu, onlar da bizimkiler. Ve her “… ölü ele geçirildi” haberinde cehennem narındaymışçasına yanan yürek. Ve intikam ateşi. Ve de bir an evvel büyüme isteği…
Televizyon, çocuğa çok şey öğretmişti: biz ve onları, devleti ve polisi, zulmü ve direnişi, acıyı ve nefreti… ondan öğrenmişti. Cumartesi annelerini, polisi, hapishaneleri, devrimcileri, ölüm orucunu ve her cumartesi annelerin üstüne inen copu. Sokaklarda hak arayan emekçinin, öğrencinin gördüğü zulmü, işkenceyi. Kürdistan’ ı, Kürtleri, serhildanı. Ve gözlerinin önünde kıyılıyordu, kendisi gibi çocuk olanlar. Okulda tarih derslerinde anlatılan, Yavuz’ un üstüne yürüdüğü isyancıların da biz olduğunu anlıyordu. Artık onlar ne diyorsa, O tersini düşünüyordu. Öğretmen, Şeyh Bedrettin için sapkın diyor. Öyleyse, O da bizdendir. Ne bu devlet bizim ne polis, asker ne de onun o ulu önderi. Biz olanlar; Bedrettinler, Pir Sultanlar, Baba İshaklar, Şeyh Saidler, Alişerler, Seyit Rızalar, Çerkez Ethemler, Mustafa Suphiler ve daha niceleri…
Çocuk, bunlarla yoksulluğu, yoksunluğu öğrendi. Annenin, babanın ay sonunu getirmek için hesaplarını, çırpınışlarını gördü. Açlığa ve soğuğa teslim olmamak için tarlalarda, inşaatlarda gün doğumundan gün batımına çilesini gördü. Ve artık kendisi de katkı sunmalıydı, bu yaşam mücadelesine. İşçi oldu, patronu gördü, emeği öğrendi. İşsizliğin anne ve babada yarattığı travmaya tanık oldu. Bu travmanın yarattığı huzursuzluğu, gerilimi ve nihayetinde erkekte ve kadındaki çaresizliği, kapışmayı. Sonuç olarak ise kadın olanın bir kez daha fazla ezilmesini; erkek tarafından psikolojik ve fiziki olarak. Buna rağmen daha dirençli ve mücadeleci olduğunu da anladı. Okulda, sokakta ve her yerde kadına dayatılan baskıyı, ötekileştirmeyi, köleleştirmeyi ve iğrençliği fark etti. Kendisine baktı; iğrendi, utandı. İnsan mıydı! Hayır, vicdan azabı bizi kurtarmaz. Bu çürümüşlüğü yaratan anlayışı yok etmek gerekiyordu. Biraz daha insanlaştı, olgunlaştı. Bu zamana kadar her gün, her yıl, her olay bir şey öğretti. Ama O artık gördükleri karşısında bir şey yapamayan sabırsızlığının sonuna gelmişti. Vakit gelmişti. Artık aranıp, bulunmalıydı: isyan ateşini yakanlar. Daha ilk duyduğunda çocuk yüreğinde karşı koymanın arzusu uyanmıştı. Şimdi, bunu nasıl yapacağının merakını gidermeli… Yakaladığı her bilgiyi, ipucunu doyumsuzca öğreniyordu. Şimdiye kadar sıkça duyduğu Deniz, Mahir, İbo’ya dair daha ayrıntılı öğreniyordu. Önce seçim yapmak gerek. Evet, hepsi bizim ancak görüşleri, meselelere yaklaşımları farklı. Devlet ve Kemalizm, gerilla savaş, milli mesele; bütün bunlar O’ nu İbo’ya götürdü. O’nun yolunda yürümek, dağlarda bir mevzi kapmak gerek. Olacaksa böyle olacak. Bu yaşına kadar gördükleri, duydukları bunu kavratmıştı. Lakin bir sorun var. Temas kurmak gerek. Şans o ki; bulunduğu yer ne devrimci mücadele ne de Partiye yabancı bir yerdi. Başka bir devrimci örgütün faaliyetçisi, Parti’nin yeni bir faaliyetinden bahsetti. Adresi aldık ve nihayetinde yılların birikmişliği, özlemi, nefreti, sabırsızlığı, heyecanı yatağını bulmuştu.
“- Gerillaya, dağa gitmek istiyorum.
-Şu an faaliyetimiz alanda yeni, biraz burada uğraşmak gerek. Bir süre sonra olabilir.”
Diyaloğundan sonra, düş hemen gerçekleşmemişti. Gerek kendisinden gerekse de dış koşullardan kaynaklı “bir süre”; yıllar oldu. Sonuçta en ileri mevzide saf tutmak kafasında netti. Ancak biliyordu ki; mücadele, savaş her yerde, her mevzide. Parti ne görev verirse o yapılmalıydı. Bir yanıyla arzunun ötelenmesi ve geçen zaman kayıp gibi gelse de başka bir yanıyla kavgayı, düşmanı kendini, halkı tanımada çok yönlü bir bilinç yarattı.
Türkiye’ de kavgaya tutuşmuş her militan Kürdistan’ı, bir Amed’i, bir Dersim’i görmeli, toprağına basmalı, suyundan içmeli ve de en önemlisi halkını görmelidir. Şehit Kinem, boşuna Amed aşığı değildi. O, Amed’in ruhunu yüklenip de gelmişti Dersim dağlarına. Arşınşamadan önce Dersim dağlarının patikalarını, Amed’in kanıyla var ettiği sokakların havasını soluma imkanı doğmuştu. Kürt halkı, on iki evladını daha vermişti özgürlük mücadelesine. Amed’in bağrına yine intikam ateşi düşmüştü. Halk sınırları aşıp, kurşunlar altında sahipsiz koymamıştı savaşçılarını. Yanan ateşin parçası olmalı, Kürt halkının acısını, öfkesini paylaşmalı, hesap sormalı. İşte Amed’deyim. Caminin önünde toplanan binlerin “şehid namırın”, “intikam” sloganları… Tabutlar, sancaklar öncülüğünde binlerin metaneti ve sonsuz inancıyla mezarlığa götürülüyor. Mezarlık kapısında duruluyor. Eller havada, zafer işaretleri eşliğinde hep bir ağızdan “iro çarxa şoreşe” haykırılıyor. Bir küçük kız dikkatleri çekiyor. Omuzlara alınmış belki beş, belki altı yaşında. Alnında kesk e sor. Zafer işareti eşliğinde kolunu kaldırmış. Gözleri bir halkın binlerce yıllık acısı, kederi, direnişi, isyanı, umudu, özlemini yüklenmiş. Bakıp da görmemek imkansız. Ve o gözler anlattı, gösterdi bir halkı. Ve dağlara yürümeden önce onların ruhunu yüklenip koyulduk özgür yaşama.
Dersim’den bir gerilla