Hemen her yıl olduğu gibi bu 24 Nisan’da da Ermeni Soykırımı, ABD emperyalizmi ile TC devleti arasında bir siyasi çıkar ve pazarlık konusu olarak tartışılıyor. ABD Başkanları, Bill Clinton’ın görevde olduğu 1993’ten beri her yıl 24 Nisan’da yaptıkları yazılı açıklamalarda, “Meds Yeghern” yani “Büyük felaket” ifadesini kullanmayı tercih etmişti. Yakın zamanda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden’ın Ermeni soykırımını tanıyacağı yönündeki haberler ise çeşitli senaryolara konu oldu. Ne ABD nezdindeki tartışmalar ne de TC Dışişleri Bakanlığı’nın sosyal medya hesabından yapılan paylaşım şaşırtıcı olmadı. Dışişleri Bakanlığı’nın “Yalanlar sadece tarihi çarpıtmıyor, masum canları da alıyor. Ermeni terörünün şehit ettiği mesai arkadaşlarımızı unutmadık, asla unutmayacağız! Rahat uyusunlar, hiçbir yalana ve baskıya boyun eğmeyeceğiz.” şeklindeki açıklaması TC’nin tarihsel ve resmî yalanlarıyla birebir uyum gösteriyor. Soykırımın 106. yılında tarihsel gerçekleri ve benimsenmesi gereken politik tutumu bir kez daha ortaya ortaya koymak için Partizan Dergisi’nin Nisan 2018 tarihli 89. sayısından alınan aşağıdaki yazıyı siz okurlarımızla paylaşıyoruz.
***
103. YILINDA ERMENİ SOYKIRIMI, TARİHSEL GERÇEKLER VE POLİTİK TUTUM
Ermeni meselesi dünden bugüne sadece egemenler ve devlet cephesinde değil birçok tarihçi, akademisyen, aydın, yazar, siyasetçi vb. nezdinde de tartışmaların konusu olmuştur. Bunların bir kısmı incelikli yöntemlerle devleti aklamaya ya da hükümetlerin elini rahatlatmaya çalışırken başka bir kısmı ise resmî ideolojiyi hedef almakta ve soruna dair kendi içerisinde çeşitlenen yaklaşımlar sergilemektedirler. Resmî ideolojiyi hedef alan görüşler içerisinde de sorununun politik yanını görmezden gelen, burjuva düşünce ve kavramların ötesine geçemeyen ve sonuç olarak egemenlerin sınıf çıkarlarına hizmet eden yanlışlar bulmak zor değildir. Soykırım tartışmaları esas olarak “tarihi koşullar, ulus-devlet, savaş, arşiv-belge, özür, yüzleşme, düşünce özgürlüğü, hukuk, soykırım, adalet, diaspora, tazminat” gibi konu ve kavramların etrafında şekillenmektedir. Günümüz koşullarında bu doğal bir durumu ifade etmekle birlikte söz konusu yanlışlara zemin sunan dar kavramsal çerçeveyi de ortaya koymaktadır. Darlaşmaya neden olan ve aynı zamanda yanlışa sürükleyen şey, genellikle burjuva düşüncenin dışına çıkılamaması, işçi sınıfı ve ezilen kesimlerden yana politik bir perspektifin ortaya konamamasıdır.
Ermeni sorununda özünde aynı tartışmalar kendini tekrar etmekte ve sorun esas olarak devletler arası çıkar çatışmalarının bir nesnesi olmaya devam etmektedir. Tüm bunların tekrar tekrar kanıtladığı şey; burjuva iktidarların toplumsal sorunları köklü olarak çözme yeteneğine sahip olmadığıdır. Her toplumsal sorunda olduğu gibi Ermeni sorununda da komünist bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Ermeni soykırımını sınıflı toplumlardan ve kapitalizmden ayrı düşünmek mümkün değildir. Yaşananların sebepleri tarihsel bakımdan en geniş anlamıyla bunlardır. Daha özel sebeplerini ise, yaşananların faili de olan Türk egemen sınıflarının sınıfsal yapısında, emperyalizmle olan ilişkilerinde ve benimsedikleri ırkçı-şovenist politikalarda aramak gerekir. Sonuç olarak tüm sorgulamaların bizi götüreceği adres egemen sınıflar ve özel olarak da Türk egemen sınıfları olacaktır. Dolayısıyla mücadele de buraya yoğunlaştırılmak zorundadır.
Ermeni katliamı ve Ermeni sorununda Türkiye’deki devrimci ve komünist güçlerin görüş ve yaklaşımları önemli bir yerde durmaktadır. Kürt sorunu ve Kemalizm konusunda olduğu gibi Ermeni sorununda da ortaya konan anlayışlar, bırakalım devrimci olmayı tutarlı bir demokrat olmanın dahi mihenk taşı niteliğindedir. İ. Kaypakkaya’nın kurduğu ve programatik görüşlerini oluşturduğu hareketimizin Ermeni sorunundaki görüş ve yaklaşımlarını belli tartışmaların ışığında yeniden özetlemek yararlı olacaktır.
1- “Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler.” (İbrahim Kaypakkaya) Komünistler geçmişte yaşanan ulusal, etnik, dini vb. tüm tarihsel haksızlıklarda ve bugün yaşanmakta olan haksızlıklarda gerçeklerin objektif bir biçimde açığa çıkarılması için mücadele ederler. Ancak gerçekler açığa çıktığı ve geniş kitlelerce kavranabildiği oranda, ezilenlerin mücadeleleri de gelişecek ve yaşanan sorunların ortak sınıfsal içeriği anlaşılabilecektir. Bu aynı zamanda tüm toplumsal sorunların kaynağı olan sınıflı toplumları, özelde kapitalizmi ortadan kaldıracak sınıfsal ve politik öznelerin gelişimine hizmet edecek tarihsel bir aydınlanma pratiği olacaktır.
2- Türkiye’deki sol ve devrimci hareketlerin ülkemizdeki ulusal sorunlarla ve özel olarak da Ermeni sorunuyla ilgisi Kemalizm hayranlığı ve milliyetçi etkiler nedeniyle uzun bir tarihi dönem boyunca zayıf kalmıştır. Halen bu etkileri fazlasıyla görmek mümkündür. Bugünkü devrimci ve sol hareketlerin ağırlıklı bir bölümünün asıl düşünsel kökleri ’71 devrimci çıkışına dayanmaktadır. O yıllarda tüm hareketlerde bir şekilde hâkim olan ya da yansıma bulan Kemalizm’le hesaplaşmayı başaran tek devrimci hareket İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğini yaptığı hareket olmuştur. Partimizin kurucusu olan komünist önder İbrahim Kaypakkaya, ortaya koyduğu programatik görüşlerle ülkemiz toplumunu, Türk egemen sınıflarını, devletin resmî ideolojisi Kemalizm’i, iktidarın karakterini, Kürt ulusal sorununu, devrimin yolu ve yöntemlerini eşsiz bir biçimde tahlil etmiş; Kemalizm ve onun sol ve devrimci saflardaki ideolojik uzantılarıyla köklü bir ideolojik hesaplaşma içerisine girmiştir. O tüm bu yanlış görüşlerle arasına sağlam bir duvar çekmiş, ideolojik-politik ve örgütsel bir kopuş sağlayarak Türkiye tarihi ve devrimine dair gerçekleri bilimsel bir biçimde ortaya koymuştur. Kaypakkaya yoldaş Kemalizm’in politik düşünceye hâkim olduğu tarihsel koşullarda Kemalizm’in (ve devamcısı olduğu İttihat ve Terakki’nin) katliamcı ve faşist karakterini o güne kadar kimsenin ortaya koyamadığı kadar berrak bir bakış açısı, büyük bir cesaret ve yüksek bir sesle gözler önüne sermiştir. O bu tahlili ve görüşlerini ortaya koyarken ezilen ulus ve azınlıkların uğradığı ulusa baskı ve katliamların üzerinde önemle durmuş; Ermeni ve Rumların maruz kaldığı uygulamalara da değinerek gerçekleştirilen katliamları ve amaçlarını teşhir etmiştir.
3- Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, emekçi sınıflar ve ezilen uluslar üzerindeki egemenliklerini koruma ve aynı amaçla devleti ayakta tutma gayreti içerisindeki İttihat ve Terakki Hükümeti, Turancılık olarak ifade bulan ırkçı politikalar çerçevesinde devlet sınırları içerisindeki Ermeni ulusunu kitlesel ve sistematik olarak katletmiş, soykırıma uğratmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1915 başlarında düzenlenen gizli oturumunda parti üyesi Doktor Nâzım’ın şu sözleri soykırım planlarının açık bir göstergesidir: Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer. Bu yara önceden zararsız zannedilir. Fakat zamanında bir doktor muamelesi görmezse muhakkak öldürür. “Hemen harekete geçmek gerekir. Eğer 1909’daki gibi yaparsak yarardan çok zarar görürüz. Bizim temizlemeye karar verdiğimiz diğer kesimleri, Arapları ve Kürtleri uyandırır ve tehlike bir yerine üçe katlanır… Eğer bu temizlik harekâtı ve genel ve nihai olmazsa, yarardan çok zararı dokunur. Ermeni halkını topraklarımızdan kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalıdır… Bu defaki, kökten temizleme işlemi olacaktır. Ve Ermenilerden bir kişi bile sağ kurtulmaması koşuluyla soykırım mutlaka gereklidir.”
Ermeni soykırımı (1915-1922) en yoğun biçimiyle ve esas olarak 1915 yılı ile gerçekleştirilmiştir. Ancak katliamlar sadece 1915’le sınırlı değildir. 19. yüzyılda 1894-1896 yıllarında Sason’da başlayan ve geniş bir bölgeye yayılan katliamlarda yüzbinlerce ve yine 1909 yılında Adana’da on binlerce Ermeni ve Hristiyan katledilmiştir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başladığı süreçte Ermeni erkekleri de askere alınmış, 1915’le birlikte ordudan çıkarılarak amele taburlarında sistematik olarak katledilmeye başlanmıştır. Ermeni soykırımının başlangıç tarihi olarak da kabul edilen 24 Nisan 1915’te İstanbul Ermenilerinin önde gelenleri; aydın, siyasetçi, yazar, gazeteci, avukat, sanatçı, öğretmen, doktor ve din adamı olmak üzere 600’ü aşkın Ermeni tutuklanmış ve tehcir adı altında katledilmişledir. Ermeni önde gelenlerinin katledilmesi benzer şekilde Anadolu şehirlerinde de gerçekleştirilmiştir. Direnme gücünü oluşturabilecek Ermeni genç erkekleri ve aydınlarının katledilmesinin ardından Osmanlı sınırları içerisindeki tüm Ermeniler tehcir adı altında zorla yerlerinden sürülmüş ve katliama tabi tutulmuşlardır. Ermeniler, kayıklardan denize boşaltılıp boğularak; bulundukları yerlerde imha edilerek, ev ve kiliselerde yakılarak; Ermeni sürgünlerin konvoylarına Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri ve bunların yetmediği durumlarda devletle anlaşmalı Kürt aşiretleri ve Çerkez gruplarınca yapılan saldırılarla ve çöle sürülüp yiyecek verilmeyerek kitlesel olarak katledilmişlerdir. Türk egemen sınıfları soykırıma kılıf bulma amacıyla savaş koşullarını (Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı) fırsat olarak değerlendirmiş ve sistematik olarak işlenen cinayetler tüm dünyaya “tehcir” olarak sunulmuştur. 1,5 milyon Ermeni’nin yaşamını yitirdiği 1915 Ermeni Katliamı, 20. yüzyılın bu çapta ilk büyük soykırımı olarak tarihe geçmiştir.
4- Türk egemen sınıflarının Ermenilere uyguladıkları soykırımı “tarihsel koşullar”, “savaş koşulları”, “karşılıklı acılar”, “görevi kötüye kullanma”, “Ermenilerin ihaneti” ya da daha ileri giderek “Ermenilerin katliamları” ile açıklamaya ve meşru göstermeye çalışması, gerçekler karşısında aciz, yalan ve çarpıtmaya dayalı resmi tarihin bir senaryosudur. Ve gerçekler bu senaryoları deşifre etmeye devam etmektedir. Müslümanlığı kabul ederek katliamdan kurtulmaya çalışan Ermenilerin çoğalması üzerine hükümet tarafından gönderilen telgrafla Müslümanlığı kabul edenlerin de tehcir emrinin iletilmesi; iddia edildiğinin aksine sadece savaş hatları ve doğu eyaletlerindeki Ermenilerin ya da Ermeni ulusal hareketlerinin değil her yaş, cinsiyet, düşünce ve inançtan Ermenilerin katliama uğratılması egemenlerin yalanlarını ortaya koymaktadır. Ancak sebep olarak sunulan iddialar doğru olsaydı bile hiçbir gerekçe Ermenilerin uğradığı ulusal baskı ve soykırımı, yaşadıkları tarihsel haksızlığı haklı çıkarmazdı.
Ermenilerin maruz kaldıkları soykırım, tarihsel olarak kapitalizmin yayılma süreci ve ulus-devlet oluşumlarından bağımsız değildir. İbrahim yoldaş bu durumu şöyle açıklamaktadır: “19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Doğu Avrupa’nın ve Asya’nın hayatına sessizce giren kapitalizm, bu bölgelerde milli hareketleri depreştirmiştir. Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna.” Bu tarihsel gerçeklerin bilinmesi yaşanan tarihsel haksızlıkların, yani soykırım başta olmak üzere tüm kötülüklerin kaynağının bilinmesi ve ortadan kaldırılabilmesi açısından önemlidir. Ancak bunun böyle olması günümüzde bazı tarihçi ve yazarların yaptığı gibi soyut bir “ulus-devlet” suçlamasında bulunarak fail ve sorumluların yani Türk egemen sınıflarının ırkçı ve şoven politikalarının aklanmasına hizmet etmemelidir. Kapitalist gelişmenin tarihi ve tahlili, hiçbir şekilde, soykırım dahil her türlü suç ve kötülüğü, kendi bilinç ve iradeleriyle hayata geçiren siyasi aktörlerin rolünü ortadan kaldırmaz ve bu şekilde yorumlanamaz.
Aynı zamanda ezilen ulusların bağımsızlık hareketleri; konumuz özgülünde de Ermeni ulusal hareketi katliama gerekçe olarak sunulamaz ve haksız bir hareket olarak gösterilemez. Büyük Ekim Devrimi’nin önderi Lenin yoldaşın da belirttiği gibi ezilen sınıf ve ulusların ezen sınıf ve uluslara karşı savaşları haklı, ilerici ve gereklidir. Ezilen sınıf ya da ulusların savaşı, önce kimin saldırdığından bağımsız olarak bir ‘savunma savaşı’dır ve haklı savaşlar kapsamındadır. Kaypakkaya yoldaş da benzer bir şekilde, Kürt ulusal sorunu kapsamında şunları belirtmekte ve Lenin yoldaştan aktarım yapmaktadır: “… Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz ve ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savun (…) Proletaryanın milli meseledeki temel şiarı her şart altında aynıdır:
‘Bir millet ya da bir dil için imtiyaza hayır! Bir milli azınlığın en ufak bir ölçüde dahi olsa ezilmesine ya da gadre uğramasına hayır!’ (Lenin)”
5- Ermeni soykırımında emperyalizmin ve özel olarak da Almanya emperyalizminin sorumluluğu tartışmasızdır. Ortaya çıkan gerçekler Alman emperyalistlerinin soykırım planlarına ortak olduğunu; İngiliz, Fransız ve özellikle Rus emperyalistlerine karşı bölgesel politik çıkarları doğrultusunda soykırım planlarında akıl hocalığı yaptıklarını ve İttihat ve Terakki Hükümeti’ni desteklediklerini ortaya koymaktadır. Osmanlı Devleti’nin Ege Bölgesi’nden sorumlu Alman General Liman Von Sanders bu hocalığın ve desteğin, halkların en fazla nefret ve düşmanlığını kazanan aktörlerinden biridir.
Alman emperyalistleri Ermeni soykırımında sorumlu olmanın ötesinde bu soykırımı örnek de almışlardır. Antakya Ermenilerinin Osmanlı güçlerine direnişini anlatan “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanın 1933 yılında Viyana’da yayımlanması ve büyük yankı uyandırması üzerine, Türk hükümetinin talebiyle Nazi hükümetinin Propaganda Bakanı Goebbels kitabın Almanya’da yasaklandığını ilan edecekti. Hitler 22 Ağustos 1939’daki ünlü konuşmasında Polonya’ya karşı imha planlarının olumsuz sonuçları konusunda kaygılanmamaları için arkadaşlarına “Bugün Ermeni imhasından kim bahsediyor?” diye moral veriyordu.
Açığa çıkan bu bilgiler Almanya’nın Osmanlı, İTC ve TC ile suç ortaklığının göstergeleridir. Nitekim 2005 yılında Almanya Parlamentosu Buntestag’ın aldığı bir kararda, 1915’te Ermenilere uygulanan organize tehcir ve katliamdan bilgileri olmasına karşın katliamları durdurmak için hiçbir şey yapmamasından dolayı Almanya’nın esef ve utanç duyduğu açıklanıyordu.
Emperyalist devletlerin sömürgecilik -aynı zamanda yarı sömürgecilik- politikası, kendi hakimiyet ve hegemonyasını kurma amacıyla dünyanın geri kalan bölgelerinde siyasi gericilik, işgal, katliam, ulusal baskı, müdahale ve savaş kışkırtıcılığı demektir. Ancak emperyalist devletler bu politikaları hayata geçirirken genellikle yalnız değildir. Emperyalizmi ırkçılık, milliyetçilik, şovenizm ve faşizmle birlikte düşünmek gerekir. Söz konusu bu gerici ideoloji ve politikalar her ülkede hâkim sınıflar tarafından kendi sınıf çıkarları yararına savunulmakta ve uygulanabilmektedir. Aynı ideoloji ve politikalar sömürge ve yarı sömürge ülkelerde emperyalist gericiliğin üzerinde yükseldiği siyasi temeli oluşturmaktadır.
6- Ermeni soykırımının faili ve sorumlusu Osmanlı Devleti ve İttihat ve Terakki Hükümeti nezdinde Türk egemen sınıflarıdır. Hükümetin başında bulunan Enver ve Talat Paşa katliamın planlanma ve uygulamasında özel bir role sahiptir. Ermeni soykırımında bazı Kürt aşiretlerinden oluşturulan devlete bağlı Hamidiye Alayları ve müşterek çıkarları gereği birtakım Kürt feodalleri, Türk egemen sınıflarının suç ortağı ve destekçisi konumundadır.
Soykırım uygulaması esas olarak Türk hâkim sınıflarının ırkçı politikalarının bir sonucudur. Alman emperyalizminin soykırımın planlanması ve kışkırtılmasındaki rolü ne olursa olsun bu böyledir. Ezilen, bağımlı uluslar ve ulusal topluluklar arasındaki çelişkiler başta Osmanlı Devleti’nin kendisi olmak üzere emperyalistler ya da gerici bölge devletleri tarafından sürekli olarak kullanılmaya çalışılmış ve kışkırtılmıştır. Ermeni sorununda da bu politikaların payı bulunmaktadır. Fakat Osmanlı Devleti ve İttihat Terakki hükümetinin soykırım uygulamaları dış kışkırtmayla açıklanamaz. Kaypakkaya yoldaş bu konuda doğru olarak şunları belirtmektedir: “Türkiye’de ırkçılık politikası, yerli hâkim sınıfların politikasıdır; burjuvazinin siyasal bakımdan en geri kesimlerinin ve feodalizmin politikasıdır; feodal ve feodal-burjuva eğilimidir. (…) menfaatlerine elverdiği yerde, bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler; menfaatlerine el vermediği yerde bu politikanın karşısına çıkabilir. (…) Irkçılık dışarıdan sokulan bir şey değildir, ama dışarıdan desteklenebilir. Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır. (…) Bu sebeptendir ki, ırkçılığa karşı yürütülecek mücadele bu sınıf ve zümrelere karşı mücadeledir; proletarya hareketinin en önemli görevlerinden biri, bunları emekçi halka teşhir etmektir; bunun yanında ve buna bağlı olarak, emperyalizmin bizzat güttüğü ırkçılık politikasını da teşhir etmektir…” Alman emperyalistleri ile Türk egemen sınıfları arasındaki ilişkiye Kaypakkaya yoldaşın bu tespitlerini olduğu gibi uygulamak mümkün ve gereklidir.
7- Osmanlı Devleti’nin ardından kurulan Kemalist Türkiye Cumhuriyeti de Ermeni soykırımında sorumlu konumdadır. Bunun belli başlı sebepleri vardır. Birinci olarak; yeni kurulan TC devleti Osmanlı’nın tarihsel, siyasi ve organik olarak devamı niteliğindedir. Faşist Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve yöneten kadroların ağırlıklı bir bölümü Osmanlı Devleti ile onun hükümeti İTC’nin yönetici ve kadrolarından oluşmaktadır. İkinci olarak; TC devleti Ermenilere yapılan uygulamaların sürekli olarak arkasında durduğu gibi Ermenilere, gayrimüslimlere ve genel olarak ezilen ulus ve azınlıklara yönelik uygulamalar TC devleti tarafından da devam ettirilmiştir. Üçüncü olarak; yeni kurulan TC devletindeki hakim sınıfsal yapı, Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki hakim sınıfsal yapıyla nitelik olarak aynıdır. Her iki devlet de komprador burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarına dayalı Türk egemen sınıflarının bir devleti niteliğindedir. Kaypakkaya yoldaşın da belirttiği gibi TC devletinin kurulmasıyla ülkenin yapısında gerçekleşen tek farklılık; sömürge, yarı sömürge-yarı feodal yapının yarı sömürge- yarı feodal yapıyla yer değiştirmesidir. Tüm bunlar göstermektedir ki; Kemalist Türkiye Cumhuriyeti özünde Osmanlı Devleti’nin bir devamı niteliğindedir ve başta Ermeni soykırımı olmak üzere Osmanlı’nın fiillerinden de sorumludur. Bu sorumluluk hiçbir biçimde karartılamaz ve yok sayılamaz.
Mustafa Kemal’in kendisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir üyesidir. Ancak örgütün liderliğini Enver Paşa’ya kaptırmıştır. Rauf Orbay’ın anılarında; Mustafa Kemal’in Eylül 1919’da Amerikan Generali Harbord’un sorusu üzerine Ermenilerin katledilip sürülmelerinin ‘hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri’ olduğunu, kendisinin de bunu ‘takbih’ ettiğini (kınadığını) söylediği belirtilmektedir. Yine 24 Nisan 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada 1915’te Ermenilere yapılanları ‘maziye aid fazâhat’ (geçmişe ait alçaklık) olarak tanımladığı belirtilmektedir. İtilaf devletlerinin tepkisini çekmemek için bu açıklamalarda bulunan Mustafa Kemal’in bu ihtiyaç ortadan kalktıktan sonra gerçek düşüncesini ortaya koyması fazla sürmemiştir.
21 Şubat 1921’de Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demeçte Mustafa Kemal şunları belirtmiştir: “İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.” Mustafa Kemal açık ki devletin (Osmanlı Devleti’nin siyasi olarak devamı niteliğindeki TC devletinin) yeni sahibi olarak Ermenilere yapılan uygulamaları da sahiplenmekte ve zorunluluk olarak görmektedir.
Kemalist TC devletinin Ermeni soykırımındaki sorumluluğu sadece Osmanlı’nın devamcısı olması ve liderinin soykırımı sahiplenen açıklamalarından ibaret değildir. Soykırım uygulamasının başında bulunan asıl devlet kadroları hiçbir biçimde yargılanmamış ve cezalandırılmamışlardır. Göstermelik kimi yargılamalar yapılmış ve idam cezaları uygulanmışsa da daha sonra idam edilenler hakkında verilen kararlar, bu yargılamaları da boşa çıkarmış ve gerçek maksadı ortaya koymuştur. 25 Aralık 1921 ‘de İstanbul’daki Divan-ı Örfi Mahkemesi’nde, tehcirde katliamlara emir verdiği için suçlu bulunup idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile 14 Ekim 1922’de aynı mahkemede aynı gerekçeyle idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in daha sonra “milli şehit” ilan edilmeleri ve ailelerine “Emval-i Metruke” faslından maaş bağlanması Kemalist cumhuriyetin gerçek yaklaşımına ışık tutmaktadır. Boğazlıyan Kaymakamı idam edilmeden önceki son sözlerinde şunları söylemektedir: “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum, aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun adalet!” Bu da göstermektedir ki Kemalist cumhuriyetin yargılama ve idam kararları Batılı emperyalistlerin gözlerini boyamak içindir ve zaten sonradan bu ihtiyaç da ortadan kalkmıştır.
Yeni kurulan TC devletinin Ermeni soykırımının, gerçekleştirilen diğer katliam ve uygulamaların arkasında durduğu Mustafa Kemal ve TBMM tarafından alınan birçok karar, atılan adımlar ve sergilenen tutumla da sabit durumdadır. Bunlara örnek vermek gerekirse: Milli mücadele retoriğinin önemli başlıklarını oluşturan Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Kemalistlerin taşra burjuvazisi ve toprak ağalarının desteğini sağlamak amacıyla Rum ve Ermenilerin el konulmuş topraklarına, atölyelerine ve işlerine geri dönme olasılığını malzeme olarak kullanması; ilk meclise hiçbir gayrimüslimin çağrılmaması; Lozan Konferansı’nda Osmanlı’nın diğer borçlarını üstlenen Kemalistlerin Ermeni mallarının iadesini kabul etmemeleri; 1923 nüfus mübadelesi; Eylül 1923’te, Kilikya (Adana) ve Doğu Anadolu’dan göç eden Ermenilerin geri dönüşünün yasaklanması; 3 Nisan 1924’te, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı gerekçesiyle mallarına el konan gayrimüslimlere ödeme yapılmamasının kararlaştırılması; Ağustos 1926’da, Lozan’ın yürürlüğe girdiği 19 Mayıs 1924’ten önce gayrimüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkının ilan edilmesi; gayrimüslimlerin fiili olarak devlet memuriyetine alınmamaları ve ardından 18 Mart 1926 tarihli yasa düzenlemesiyle kamuda çalışma olanaklarının sadece Türklere ve Türkleştirmeye müsait Müslüman unsurlara verilmesi, çalışma yaşamında gayrimüslimlere daha birçok yasak ve zorluğun çıkarılması; Mayıs 1927’de, Lozan’dan sonra ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağına dair kararnamenin ilan edilmesi; 4 Haziran 1932’de çıkarılan “Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun” ile gayrimüslimlerin çalışma yaşamından tümden dışlanması; 1934 İskan Kanunu; 1934 Trakya olayları ile Yahudilerin sürülmesi; “Hatay” sorunu sırasında Ermenilere yönelik baskı ve tasfiyeler, Hristiyan Arapların karşılaştıkları baskılar; Mustafa Kemal’in emriyle İsmet İnönü tarafından hazırlanan ve Kürtlerin tümden sürgün ve asimilasyonunu tartışan 1935 Kürt Raporu … Belli başlı örnekler olarak belirtilebilir.
Faşist TC tarihinde benzer örnekleri Mustafa Kemal’in ölümünün ardından günümüze kadar olan süreçte de bulmak mümkündür. 1942 Varlık Vergisi zoruyla sermaye transferinin devam ettirilmesi; Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı (1894-1913 arası doğan bütün gayrimüslimlerin gizli kararla askere alınarak çöpçü elbiseleri ile zor koşullarda çalıştırılmaları); 6-7 Eylül 1955 Talanı; 1964 ve 1974 Kıbrıs olayları, bu olaylar bahane edilerek 40 bin Rum’un Türkiye’den zorla çıkarılması; 1974’te vakıf mallarına el konulması gibi örnekler bunlar arasındadır.
8- Ermenilere ve baskı altındaki diğer ulus ve azınlıklara uygulanan tehcir ve katliam politikasının temel bir amacı; ülkedeki sermayenin Türkleştirilmek istenmesidir. Genellikle zanaat ve ticaretle uğraşan Ermeni ve Rumlar, Osmanlı’nın son dönemlerinde ülkedeki sermayenin önemli bir kesimini de ellerinde bulundurmaktadırlar. Ermeni ve Rum kökenli büyük sermayedarlar, emperyalist sermayenin yerli acentesi durumundaki Osmanlı komprador burjuvazisinin de büyük bölümünü oluşturmaktadırlar. Sadece İstanbul, İzmir gibi şehirlerde değil o dönem nüfusunun büyük bölümü ezilen ulus ve azınlıklardan oluşan Anadolu ve Mezopotamya’nın birçok şehir, kasaba ve köyünde de üretim araçları ve zenginlikler Ermenilere, Rumlara ve gayrimüslim ulusal topluluklara aittir. Türk uluslaşmasının başarılı olabilmesi için tüm bu sermayenin, ekonomik olarak cılız durumdaki Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının (ve işbirlikçi kimi Kürt feodallerinin) elinde toplanması gerekli görülmektedir.
Kaypakkaya yoldaş ise aynı süreci şu şekilde özetlemektedir:
“…Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi. Bunların içindeki hâkim unsur ise, ticaret burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı. (…) Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.
Elbette, eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hakimiyetini devam ettirmektedir. Hakimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden beri taşımaktadır. Buna işaret ettik. Diğer bir kısım burjuvazinin komprador niteliği ise, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır…”
Bu temelde uygulanan politikalar, ulus-devlet sürecinin ekonomik ve sınıfsal temellerini ortaya koymaktadır. Osmanlı ve onun devamı niteliğindeki Kemalist TC devletinin diğer başlıklarda ortaya koyduğumuz uygulamaları ve özellikle “Emval-i Metruke”ye (“Terkedilmiş Mallar”) ilişkin yasalar bu politikanın çıplak örneklerini sunmaktadır.
9- Osmanlı Devleti ve devamcısı TC devleti tarafından katledilen ve zorla topraklarından sürülen ulus ve topluluklar sadece Ermeniler değildir. Kemalist cumhuriyetin Ermeni soykırımındaki sorumluluğunun ve katliamcı niteliğinin en açık kanıtları; kurulduğu andan itibaren, ülkedeki ezilen ulus ve azınlıklara uyguladığı amansız baskı, talan, tehcir, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıdır. Bu politikalara maruz kalanlar içerisinde 1915 soykırımından kurtulmayı başarabilen Ermeniler de bulunmaktadır.
Bir “uluslar hapishanesi” özelliği gösteren Osmanlı Devleti’nde ezilen tüm uluslar ve ulusal topluluklar (Sırplar, Bulgarlar, Romanlar, Rumlar, Araplar, Ermeniler, Asuriler -Süryaniler, Nasturiler, Yakubiler, Aramiler, Keldaniler-, Kürtler) bir şekilde imha, sürgün ve asimilasyon uygulamalarına maruz kalmışlardır. Ermeni soykırımı bu katliamların en acımasız ve büyük çaplısı olarak tarihe geçmiştir. Aynı tarihsel dönemde 700 bin civarı Rum ve 450 bin civarı Asuri, Keldani, Nasturi ve Hristiyan Arap da Türk egemen sınıflarının katliamları sonucu yok edilmiştir. Genel bir sayı verilememekle beraber 19. ve 20. yüzyılda, Osmanlı’dan başlayarak TC’ye uzanan süreçte yine savaş ve isyan bahanesiyle Kürtler kitlesel kıyımlara uğratılmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının ardından Koçgiri (1921), Şeyh Sait (1925), Ağrı-Zilan (1926-30) direniş ve isyanlarında katledilen Kürtlerin sayısı yüzbinleri ve sadece 1937-38 Dersim Katliamında öldürülenlerin sayısı ise 60 bin civarını bulmaktadır. Bu katliam rakamlarına 1980 sonrasında PKK önderliğinde gerçekleşen son Kürt isyanında katledilen on binlerce Kürt de eklenmelidir.
Tüm bunlar Türk egemen sınıflarının ırkçı politikalarının değişik ulus ve ulusal topluluklar nezdindeki tarihsel göstergeleridir. “Misak-ı Milli” olarak belirtilen sınırlarda ve ilerde bugünkü sınırları oluşturan topraklarda yaşayan nüfusun imha, sürgün ve asimilasyon yoluyla “homojenleştirilmesi”, bu yolla “Türk ve Müslüman” -ki Türklük esastır- bir ulusun yaratılmak istenmesi, bu ırkçı politikanın sınıfsal ve ideolojik nedenleridir.
10- Faşist TC devletinin resmi ideolojisi olan Kemalizm, sadece ezilen ulus ve ulusal topluluklara karşı amansız bir baskı ve katliam siyaseti değildir. Kemalizm; emperyalizm koşullarında, çok uluslu yarı sömürge ve yarı feodal bir ülkede, ekonomik olarak zayıf bir burjuvazi önderliğinde şekillenen ulus-devlet sürecinin temel niteliklerini ortaya koymaktadır. Kemalizm, üzerinde yükseldiği egemen sınıf ittifakından ve bu sınıfların gerici siyasetlerinden bağımsız düşünülemez. Bu gerici siyasetler; emperyalist gericilik, Türk burjuvazisinin vahşi saldırganlığı ve feodal despotluktur.
Kaypakkaya yoldaş Kemalist siyaseti berrak bir şekilde özetlemiştir:
“Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. (…)
Kemalizm demek, işçi ve köylü yığınla, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. (…)
Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. (…)
Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir.
Kemalizm’in “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı-sömürgelik şartlarına seve seve razı olma ilkesi demektir (…)”
En son, faşist AKP hükümeti de dahil olmak üzere hiçbir TC hükümeti bu ideolojinin dışında değildir. Kaypakkaya yoldaşın devletin resmî ideolojisini tanımladığı başlıklarda gerçek hiçbir değişim yaşanmamıştır. Kemalizm, Türkiye Cumhuriyetimi oluşturan olgular çerçevesinde tarihsel bir sürekliliğe sahiptir. Bu tarihsel olgular değişmediği müddetçe, hangi düzenleme yapılırsa yapılsın, TC devletinin resmi ideolojisi özünde değişmeden kalacaktır. Bu sürekliliğin kanıtlanması açısından AKP’nin Milli Savunma Bakanına ait aşağıdaki sözler ibret vericidir:
“Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilemiyorum ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır. Bugün dahi Güneydoğu’da verilen mücadelede bu ‘nation building’de (“ulus inşaası”) kendilerini mağdur sayanların katkısını, özellikle tehcir sebebiyle mağdur sayanların katkısını reddedemeyiz. O halde (Türkiye’nin) gerçekten çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların ülkesi olabilmesinde Cumhuriyet’in başlangıcındaki prensipler çok önemliydi.”
Kemalizm ile hesaplaşılmadan ne Ermeni sorununda ne de diğer ulusal ve sınıfsal sorunlarda ileri doğru ciddi bir adım atabilmek mümkün değildir. Ermeni soykırımının ve ezilen uluslara uygulanan katliamların sorumlusu olan Kemalist ideoloji, tüm emekçi ve ezilenlere uygulanan zorbalık ve katliamların da sorumlusudur. Bu nedenle, Kemalizm’e karşı yürütülecek mücadele tüm emekçi ve ezilenlerin mücadelelerinin sahiplenilmesini ve ortaklaştırılmasını gerektirir.
11- Tarih, sadece -ve asıl olarak- tarihçilerin işi değildir. Tarihin bilimsel yorumu ancak Marksist-Leninist-Maoist teorinin, yani diyalektik tarihsel materyalizmin uygulanmasıyla mümkündür. Tüm tarihi ve aynı zamanda tüm sınıf ve ulusları kapsayan; onlar tarafından kabul gören bir tarih yazımı söz konusu değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Açık ki bir yerde sömürülen ve ezilen sınıfların başka bir yerde ise sömüren ve ezen sınıfların tarihi vardır. Marksizm’in net olarak tanımladığı gibi; tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu manada Ermeni soykırımı nezdinde Türk egemen sınıflarının ve burjuva çevrelerin “Tarih, tarihçilerin işidir.” şeklinde özetlenebilecek demagojisi oyalama, gerçekleri çarpıtma ve karartma çabasından başka bir şey değildir.
Ermeni soykırımı tarihsel olgular, tanıklıklar, belgeler ve süregelen uygulamalar bakımından net ve sabittir. Soykırımın kanıtlanması amacıyla, işçi sınıfı ve ezilenler adına hareket edenlerin yeni bilgi ve belgelere esas olarak ihtiyacı yoktur. Arşiv-belge fetişizmi yaratmak ancak egemen sınıfların politikası olabilir. Böyle bir politikaya alet olmak egemen sınıfların çıkarlarına alet olmakla aynı anlamdadır. Gizli arşiv ve belgelerin açıklanması, Ermeni soykırımının ve faillerinin daha kapsamlı ve ayrıntılı olarak açığa çıkarılabilmesi ve aynı zamanda geniş kitleler nezdinde teşhir edilebilmesi için gereklidir ve bu talep savunulmalıdır. Ancak bu talep sadece Ermeni soykırımı ve TC arşivleriyle sınırlı tutulmamalı, diğer katliam ve suçları ve aynı zamanda diğer devletlerin arşivlerini de kapsamalıdır.
12- Ermeni soykırımı sürekli olarak devletler arası çıkar ilişkilerine hapsedilmiş ve pazarlık konusu yapılmıştır. Bunun başını ise en çok emperyalist devlet ve kuruluşlar çekmiştir. Birleşmiş Milletlerin soykırım tanımı açık olmasına karşın, üyesi olan Türkiye’yle ilgili, Ermeni soykırımından dolayı ne tür kararlar almış ya da hangi yaptırımları uygulamıştır? NATO’nun en büyük ordularından birine sahip olan TC devleti Batılı emperyalistlerin uluslararası çıkarları bakımından her zaman için sadık bir uşak ve hazır kıta asker olmuştur. Dolayısıyla göstermelik kararlar arkasında esas olarak TC devleti korunmuş ve kollanmıştır. Fransa örneğinde olduğu gibi dönem dönem belli devletler tarafından Ermeni soykırımı ile ilgili kararlar alınsa da bunlar esas olarak çıkar çatışmalarının ve diasporaların baskısı sonucu gerçekleşen konjonktürel kararlardır. Ermeni diasporalarının tüm dünyada belli bir etkisi ve gücünden bahsetmek mümkündür. Ancak bulundukları ülkelerdeki devletlerle olan ilişkilerinde esas yön; “diasporaların yönlendirmesi” değil “diasporaların kullanılmasıdır.” Aradan yüzyıla yakın bir zaman geçmesine karşın halen Ermeni soykırımı ile ilgili TC devletini uluslararası alanda cezalandırıcı bir girişimden söz edemiyorsak tüm dünyadaki Ermeniler açısından bu oyalama ve aldatılmadan başka bir şey değildir. Ve kuşkusuz hiçbir diaspora, bulundukları ülkelerdeki egemen sınıf ilişkilerinden bağımsız değildir.
Ermeni soykırımı tarihteki tek soykırım örneği değildi ve öyle de kalmayacaktı. 20. yüzyılın bu ilk büyük soykırımının başarısı ve uzun yıllar boyunca dünya siyasetinde unutturulabilmiş olması; yeni katliamlara da ilham kaynağı olmasını sağlamıştır. Bu yanıyla Ermeni soykırımının 20. yüzyılda özel bir önemi vardır. Fakat aradan geçen yaklaşık yüzyıl içerisinde yeryüzü daha birçok katliama ve soykırım uygulamasına tanık olmuştur. Bu kapsamda sömürgecilik döneminden günümüze kadar Hindistan, Çin, Cezayir, Vietnam, Şili, Kongo, Ruanda, Darfur, Filistin, Bosna, Irak, Afganistan, Kürdistan (Türkiye, Irak, İran, Suriye), Sri Lanka gibi dünyanın değişik kıtalarından onlarca ülke ve bölge sayılabilir. Sadece ikinci emperyalist paylaşım savaşında on milyonlarca insan hayatını kaybederken emperyalist işgaller, kışkırtmalar ve haksız savaşlarda yine milyonlarca insan katledilmiş, soykırıma tabi tutulmuş, bedenen ve psikolojik olarak ağır saldırılara maruz bırakılmıştır. Bütün bunlar ortaya koymaktadır ki; işgal, haksız savaşlar, ırkçılık, soykırım da dâhil olmak üzere tüm kötülükler ortak bir sınıfsal özden beslenmektedir. Söz konusu sınıf, uluslararası burjuvazi ve işbirlikçilerinden başkası değildir. Bu gerici sınıfların beslendikleri öz ise emperyalist yayılmacılık, bölgesel hegemonya, ulusal baskı, ırkçı kışkırtmalar gibi biçimler alan egemen sınıf çıkarlarıdır. Bu sınıfsal öz ortadan kalkmamıştır; işgal, katliam ve soykırım uygulamaları güncel bir olgu olarak dünya halklarının karşısında durmaktadır. Dolayısıyla soykırım konusu ne tek başına tarihin bir konusudur ne de günümüzdeki savaş ve mücadelelerden kopuk bir konudur. Komünistlerin savaşa karşı tutumları Lenin tarafından şu şekilde özetlenmektedir ve bugün de geçerliliğini korumaktadır:
“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ve anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce biz bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf mücadelelerinin ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının imkansızlığını anlar ve sivil savaşların, örneğin ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahibine, serflerin toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını ilerici karakterini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz.” “Sosyalistler sosyalistliklerinden vazgeçmeksizin her türlü savaşa karşı olamazlar.”
13- Ermeni soykırımı, sorunun sınıfsal içeriğinden kopuk bir biçimde “düşünce özgürlüğü”, “özür”, “yüzleşme”, “hesaplaşma”, “adalet” gibi retorik ve kavramlarla ele alınamaz. Kuşkusuz tüm bu kavram ve tartışmaların burjuva demokrasisi ve hukuku çerçevesinde belli bir anlamı ve ileri yönleri bulunmaktadır. Komünistler demokratik taleplerin ve ileriye doğru her gerçek adımın kararlı savunucularıdır. Ancak açık ki sorun ne tek başına bunlardan biridir ne de burjuva sınıfsal çerçevede gerçek anlamda çözülebilecek bir niteliğe sahiptir. Sorunun kaynağı olanlar sorunları çözemezler. Burjuva iktidarlar ulusal sorunları tam ve her yönüyle çözme yeteneğine sahip değildir.
Özünde burjuva içerikli bir sorun olan ulusal sorun, özellikle emperyalist burjuvazinin müdahaleleriyle, tarihsel haksızlıklara sürekli olarak yeni haksızlıkların eklendiği bir sorun haline gelmiştir. En başta ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) reddedilerek -özünden koparılarak, çarpıtılarak ya da çıkarlara göre yorumlanarak- ulusların tam hak eşitliğinin önü kesilmiştir. Uluslararası burjuva hukuk UKKTH’yi engelleyecek şekilde düzenlenirken ezilen ulusların bağımsızlık, federasyon ya da özerklik mücadeleleri gerektiğinde kan ve zorbalıkla bastırılmaktan geri kalmamıştır. Aynı uluslararası hukuk, ulusları ve ulusal toplulukları “azınlıklar” ve “kültürler” olarak tanımlayarak ulusal kolektif hakları da kuşa çevirmiştir. En ileri burjuva demokrasilerde dahi ezilen uluslar, ulusal topluluklar ve göçmen topluluklar topluma entegre edilmesi (asimilasyon) gereken azınlık ve kültürler olmanın ötesine geçememiş, tüm hakları bu temel üzerinde ve genellikle “bireysel haklar” biçiminde düzenlenmiştir.
Ulusal sorunlar konusunda bu durumda olan uluslararası burjuva hukuk, “soykırım”, “insanlığa karşı suç”, “savaş suçu”, “saldırganlık suçu” gibi konularda da soyut bir konumdadır ve yaptırım gücü yok denecek kadar azdır. Bunun nedeni hukuksal tanımlamalardaki yetersizlikten çok bu hukuku işleten kurumların, emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor oluşlarıdır. Adı geçen suçları bizzat emperyalistler işlemekte ya da bu suçlara ortak olmaktadırlar. İşbirlikçi hükümetleri ve ulusal-etnik grupları adı geçen suçları işleme konusunda cesaretlendiren ve kışkırtan yine emperyalist gericilikten başkası değildir. Bu suçları işlediği gerekçesiyle sansasyonel biçimde “yargılanarak” cezalandırılan belli başlı kişiler, bir dönem emperyalizmin en kanlı işbirlikçilerinden biriyken daha sonra devre dışı bırakılarak “cani”, “diktatör” ilan edilen gerici liderlerden başkası değildir.
Burjuvaziye ait hukuk, tanım ve kavramlar çerçevesine hapsedildiği müddetçe her türlü sorun aslında hâkim burjuva sınıfların çıkarlarına ve insafına teslim edilmiş demektir. Burjuvazi için özür; unutturma, yüzleşme; ikiyüzlülük, hesaplaşma; depolitizasyon, düşünce özgürlüğü; pasifizm, adalet; ehlileştirme demektir. Bütün bu tutum ve yaklaşımların, dünya halklarına güvenli ve umutlu bir gelecek vadetmesi beklenemez.
14- Türkiye’de yaşayan Ermeni ulusu, 1915 soykırımı ve Kemalist Cumhuriyetin süregelen baskı, ayrımcılık, sürgün, el koyma ve asimilasyon politikaları sonucu olarak ulus niteliğini yitirmiştir. Stalin yoldaş ulusu şu şekilde tanımlamaktadır: “Ulus, tarihi olarak oluşmuş dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.” Türkiye’de yaşayan Ermeniler bu niteliklerini kaybetmişlerdir. Nüfusu 70 binlere düşürülen ve dağınık bir biçimde yaşayan Türkiye’deki Ermenilerin ulusal bilinç ve kültürleri de zayıflatılmıştır. Doğal olarak Türkiye’deki Ermenilerle ilgili olarak UKKTH’yi yani ayrılıp kendi devletini kurma hakkını savunma koşulları yoktur. Ermeni soykırımı, kendi kaderini tayin hakkı soykırım yoluyla elinden alınan Ermenilere yapılmış tarihsel bir haksızlıktır. Bu haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hâkim sınıfları bu konuda teşhir etmek komünist partilerin görevidir. Ancak komünistler böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programlarına koyamazlar. Kaypakkaya yoldaş bunun nedenini, Lenin’e dayanarak şu şekilde açıklar:
“…Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. “Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler…”
Komünistlerin programı; her ulus ve inançtan işçi sınıfı ve halkın birleşik, güçlü devletlerde bir araya getirilmesi, her ulusa kendi kaderini tayin hakkının tanınması, ülke sınırları içerisindeki tüm ulus ve ulusal toplulukların haklarının tanındığı en demokratik biçimlerde yönetilmesi, tam hak eşitliğine dayalı olarak ulusların kaynaştırılması ve nihayet tüm devlet sınırlarının ortadan kalkacağı sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın yaratılmasıdır. Bunun gerçekleşebilmesi, tüm dünyada emperyalizm, faşizm ve feodal despotizme karşı devrimci mücadeleleri ve en önemlisi emperyalist-kapitalist sistemi yeryüzünden kazıyacak olan proletaryanın devrimci mücadelesini şart koşar.
15- Ermeni soykırımında ve halen Ermenilerin maruz kaldığı baskıcı ve ayrımcı politikalar karşısında ileri doğru ciddi adımlar atabilmenin yolu demokratik devrim mücadelesine yoğunlaşmaktan geçmektedir. Geçmişle hesaplaşma, geleceğin -eşit ve özgür bir biçimde- yeniden yaratılmasına hizmet etmek zorundadır. Aksi halde geçmişle hesaplaşmanın hiçbir anlamı olmayacak, tarih devrimci mücadelelerin değil egemen sınıf çıkarlarının bir silahı haline gelecektir. Bugün özellikle Kürt ulusunun maruz kaldığı inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı durmak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmak başat bir yerde durmaktadır. Kürt ulusal sorunu kapsamında ileriye doğru her gerçek adım ve her türlü demokratik gelişim, resmî ideoloji ve tabuların ortadan kaldırılmasına hizmet edecektir. Ermeni soykırımının kabulü ve Ermenilerin demokratik haklarının tanınması, Kürt ulusunun demokratik mücadelesi de dahil olmak üzere ülkedeki demokratik devrim mücadelesine, onun güç ve etkinliğine bağlıdır. Kuşkusuz ki bu mücadelede Hrant Dink gibi onurlu aydınlarımızın ortaya koydukları çaba ve ödedikleri bedelin özel bir anlamı ve yeri vardır.
16- Proletarya Partisi yirminci yüzyılın ilk büyük soykırımı olan Ermeni soykırımını kınamakta ve soykırımın sorumlusu olan Türk hâkim sınıflarını şiddetle protesto etmektedir.
Kolektifimiz Ermeni soykırımının Türk egemen sınıfları ve onun faşist devleti Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınarak soykırım ve sonraki uygulamalar nedeniyle özür dilenmesi; maddi ve manevi tazminat taleplerinin kabul edilmesi; Ermenilere yönelik baskıcı ve ayrımcı politikalara son verilerek Ermenilerin demokratik haklarının tanınması; bu kapsamda vatandaşlık, mülk edinme, çalışma haklarında ayrımcılığa son verilmesi ve bu konularda Ermenilere kolaylık tanınması; soykırımın inkarı da dahil olmak üzere Ermenileri aşağılayan, küçük düşüren, onlara haksızlık yaratan her türlü yasa, ideoloji, söylem, müfredat, yayın ve beyanatın yasaklanması; Ermenice yer isimlerinin iadesi… gibi talepleri demokratik ve haklı talepler olarak görmekte ve desteklemektedir. Kolektifimiz, burjuva iktidarlar altında tüm bu sorunların tam ve her yönüyle çözümlenemeyeceğinin farkında olarak demokratik talep ve reformlar uğruna mücadeleyi devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele alır ve onun hizmetine sunar. Söz konusu demokratik talepleri hiçbir şekilde proletaryanın sınıf mücadelesinin bütünlüklü çıkarlarının önüne geçirmez.
Proletarya Partisi, Türk egemen sınıflarına karşı gerçek mücadelenin halk savaşından geçtiğine inanmakta ve kırk altı yıldır faşist TC devletine karşı kararlı bir şekilde mücadele yürütmektedir. Kolektifimiz her ulus ve inançtan işçi ve emekçileri demokratik halk iktidarı için saflarına katılmaya ve mücadele vermeye çağırmaktadır.