Bugüne kadar yayınlarda devrim ve komünizm şehitleri üzerine yazılar yazılmasına karşı çıktım. Bunun sebebi düşenlerimizin kişiliklerinin o güzel detaylı anlatımı veya politik yönleri yerine daha fazla ajitatif kısımlara değinilmesi ve bundan kaynaklı düşenlerimizin artık bu hayattan çıkmış fertler olmasını yadsıyan ve onları masalsı kahramanlara dönüştüren bir yaklaşım olmasıydı. Bugün bir noktada özeleştiri vererek bunları Yetiş yoldaşın anısına ve anısının anlaşılmasına küçük bir katkı olması için yazıyorum.
İzin verin size Yetiş yoldaşla nasıl tanıştığımı anlatayım; yanlış anımsamıyorsam 2005 yılı olmalıydı. Yurtdışında Grup Şiar adlı bir müzik çalışması vardı; tüm arkadaşlarımız hem bu sanatçı dostları merak ediyor, hem onların Soğanlı Tohum Kültür Merkezi’nde çalan kaset çalışmasını dinliyorduk. 19 Aralık katliamı yıldönümünde şans eseri Yetiş ve diğer yoldaşları Türkiye’deydi, İstanbul’da canlı kanlı bir şekilde karşımızda oturuyordu. İstanbul Üniversitesi’nde YDG’nin düzenlediği bir anma olacaktı ve dönem itibariyle İstanbul Üniversitesi çok hareketli günler yaşıyordu. Bir tarafta Rektörlüğün ÖGB (Özel Güvenlik Birimi) ile terör estirmesi, kapının önünde TMŞ polisleri, yanda otobüste bekleyen Çevik Kuvvet polisleri; bir tarafta ise devrimci öğrenciler, onlara yoldaş olan devrimci kurum emekçileri, sendika örgütlenmeleri. Yetiş’in deyimi ile en curcunalı zaman.
Sabah saatlerinde ölüm orucu gazisi bir yoldaşımız, Yetiş ve ben, üç kişi adeta hapishane kapısına dönmüş Beyazıt kampüsü arka kapısından girdik. Ölüm orucu gazisi yoldaşımızın o dönemde halen ağır sağlık sorunları vardı. Onun üstüne ÖGB elemanları doğrudan ona saldırmaya kalkınca kıyameti kopardık. Belki bilmeyebilirsiniz; o zamanlarda Beyazıt Kampüsü’nün arka kapısı adeta demir kafesten örülmüş bir koridor şeklindeydi, güvenliğin girişi istediğinde rahat tıkaması için böyle yapılmıştı. Kendim ise devrimci basın emekçisiydim ve o kapı her defasında arşınladığım bir yoldu. Girerken Yetiş yoldaşla konuştuk, kendisi de böyle durumlara yabancı olmadığı halde mütevazi bir şekilde bizi dinliyor, diğer taraftan gözlüğünün üstünden kapıyı, kapıdaki güvenlik elemanlarını kesiyordu. Ölüm orucu gazisi yoldaşa saldırı gerçekleştiği anda birden güvenlik görevlilerini tüm gövdemizle demir parmaklıklara bastırdık. Gövdemiz diğer yoldaşların ve devrimci dostların geçebilmesine olanak sağlarken Yetiş yoldaştan geçmesini istedim. Kendisi o sırada gazi yoldaşımızı çoktan içeri sokup o koridor yapılı girişe geri gelmiş ve peşimiz sıra bizi yıkmak için girişe yönelen güvenlikçilere müdahalede bulunmuştu. Bu sayede erken saatte içeri girmiştik. Ancak çok geçmeden hem rektörlüğün hem de dekanlığın yapılacak etkinliği bir fiil yasakladığının haberi geldi. YDG’li yoldaşlarımız hemen en nazik dille bize bilgi vererek kısa da bir uyarıda bulundular; bu noktadan sonra yaşanacaklar kontrollü olmayacak ve haliyle bu noktada herkes bulunduğu gerçekliğe göre tercih yapmak zorunda kalacak. O sırada kendim için endişe etmedim, muhabir diye gelip çatışmalara katıldığımız anlar çok olmuştu. En fazla geri dönünce gene bir “eleştiri silsilesi” geçireceğimi düşünüp kendi kafamda mevzuyu kapamıştım. Lakin gözümü Yetiş yoldaş alamıyordum. Yoldaşlar çekilince hemen kendisine sordum: “Yoldaş, burada senin mesuliyetini hiçbirimiz alamayız, şurada çatışma çıktığı anda herşey olabilir. Sana bir şey olması durumunda kimseye açıklama da yapamayız, ne diyeceğiz; yoldaşı bilip bilmeden bir çatışmaya sokup göz altına mı aldırdığımızı söyleyeceğiz?”
Sadece gözlerini hafif kapatıp gülümsemesini hatırlıyorum; “Aşk olsun yoldaş, biz de geri döndüğümüzde millete “yoldaşlarımız çatıştı ancak biz kaçtık” mı diyeceğiz?” diyen o cevap bir anda ağzından çıktı.
Artık olay kesindi, etkinliği ne olursa olsun yapacaktık. Ancak şunu da biliyorduk; düşman güçleri de ne olursa olsun engellemeye çalışacaktı. Ekimci ve Devrimci Proleter Gençlik’ten dostlar gazi yoldaşımızı alarak kampüste kimsenin aklına bile gelmeyecek ve zarar görmeyeceği bir yere bıraktılar. Genç yoldaşlarla birlikte Yetiş yoldaş da elinde anahtar yerdeki taşların etrafını kazıyor ve taşların yerinden çıkacak hale gelmesi için çaba sarfediyordu.
Grup Şiar’ın diğer üyeleri ve katılım için gelen sendikalılar kapıda kalmışlardı, kısa zamanda da kızıl haber ajanslarından haberleri geldi. 30-40 kişilik bir topluluk kapıya yöneldik. Yetiş yoldaş gülümseyerek bana bakıyordu; bir anda beni de afallatan o soru çıktı ağzından; “Yahu yoldaş, tamam çatışacağız da sen o fotoğraf makinesini ne yapacaksın, düşmanın kafasına mı vuracaksın?” Amacım çatışma başladığı anda birkaç fotoğraf çekerek basın görevimi yapmak ve sonrasından makineyi bir yere zulalayıp “demokrasi bilincimi” konuşturmaktı.
Kendisine durumu aynen böyle açıkladım; omuzuma dokunup “Desene herkes işini yapacak!” dedi. Kapıya vardığımızda çatışma ortamı çoktan çıkmıştı. Bir veya iki kare fotoğraf alıp hemen bir yoldaşla makineyi oradan yolladık. Yetiş yoldaş ise çevrede kapının önünü tutan polislere atmak için birşeyler aradı. Elimizde kısıtlı malzeme vardı. Zaten gelişecek bir çatışmayı Hergele meydanında değil, Edebiyat’ın orada karşılamayı düşünüyorduk. Çok hızlı ve keskin bir şekilde Yetiş sandalyelere işaret etti, demirdendi ve polisleri yıkabilecek kadar ağırdı. Birden bire polislerin üstüne ani bir sandalye yağmuru başladı. Sivil polisler hemen kaçarken, çevikler halen yolu tıkıyordu. Ve o arada ÖGB’den birisi biber gazı çıkarmış çevrede merdivenlerden aşağı inip kapıya müdahale etmek isteyen öğrencilere sıkıyordu. Yetiş yoldaş tereddütsüz söyledi; “Yahu yoldaş indirin şu puştu!”
Tek bir sandalye ile yerde yığılı kalan ÖGB elemanının üstüne basa basa yoldaşlarımız, dostlarımız kapıdan girdiler. Diğer yoldaşlar şakayla karışık Yetiş’e kızıyordu; “Bize gene bırakmadın” diye şakalaşıyorlardı. Polis ablukasının dağılmasıyla program başlatıldı, Yetiş, hiç kimse görmeden kocaman bir kılıfın içindeki sazı bahçedeki bodur çamların arasına atmıştı ve biz bunu ancak ortam yatıştığında farketmiştik.
Herşey bittikten sonra birlikte gazeteye gittik. Yolda kendisine çok fena eleştirileceğimizi, yoldaşların bizlerden beklentisinin sadece oraya gidip haber ve etkinlik yapmak olduğunu aktardım. Birden sinirlendi; “O yoldaşların başka birşeyde ister mi?” diye kızgın bir surat ifadesiyle çok kısa ama tavrını ortaya koyan net bir söz söyledi. Vardığımızda ilk başta çaylarımızı içtik, o sırada şakallaşıyorduk, ta ki anlatımlar çatışmaya girdiğimizi ve aktif rol oynadığımızı ele verene kadar. Birden bire bir eleştiri silsilesi başladı. Grup Şiar’ın elemanlarından, genç yoldaşlardan, bir kantinde beklemesi için bıraktığımız gazi yoldaşımızdan değil, bu durumu en fazla yaşamış yoldaşlarımızdan başlayan ve nefes almak için kendisine zaman bile bırakmayan bir eleştiri silsilesiydi bu. Yetiş yoldaşlar artık konuşanların yüzüne bakmayı bıraktı, elinde çevirip durduğu çay bardağını da bıraktı; tüm laflar bitmemişken birden bire elini kaldırdı; “Orada duracaksınız yoldaş” dedi. Komiktir, hiç bitmeyecek bir yağmur gibi bir sürü laf edilirken herkes sus pus oldu; “Siz önce karar verin biz hangisiyiz; devrimci miyiz, sanatçı mıyız, devrimci miyiz, muhabir miyiz? Bu soruya önce devrimciyiz diye cevap veremeyeni ben muhattap almam. Biz öncelikle devrimciyiz ve devrimci olmanın gereğini yaptık”
Aslında ne kadar sade bir yorum; tüm meslekler, tüm uğraşlar içinde öncelikle kim olduğuna karar vermenin önemi birkaç cümlede ortaya konmuştu. Devam eden tartışmalardan sonra kendisi ile vedalaştık. Kendisi de sonrasından Sefagül yoldaşımızın da bulunduğu Tohum Kültür Merkezi’ne gitmiş, orada Sefagül kısa bir arada kendisine verdiği cevaptan dolayı teşekkür etmiş. Bunları ise sonradan öğrendim.
Bundan tam 4-5 yıl sonra kendisiyle gene yanyana gelme şansım oldu. Kendisi sırf buluştuğumuz iş için kalkıp Fransa’dan gelmişti. İkimizin de bağlı bulunduğu derneklerin üst kurumu olan ATİK, kendisine geleceğe yönelik internet gazeteciliği kurmaya hazırlanıyordu. 2 günlük program, teknik ve politik eğitim, tecrübe aktarımı, öneriler…vb. dolu dolu iki gün. Akşam Yetiş Yoldaş’la aynı odada kaldık. Kalırken kısa bir şekilde eski günleri yad ederken aynı zamanda Avrupa’ya alışıp alışamadığı mı, iltica mahkememin durumunu, sağlık durumumu ve daha birçok şeyi sordu. Kendisine “sorgu bitti mi hocam” diye takılınca gülüp “Yoldaş kafam çok dolu, ancak bu çalışmaya öneriler sunmak, ortaklaşmak ve uygulamak zorundayız. Bunun içinde biraz tartışmaya ihtiyacım var” dedi. Tartışmamız zannedersem sabah 4’ü buldu. Yatmadan önce hangi konularda araştırma yaptığımızı, hangi kaynaklardan yararlandığımızı, durumumuzu, içinde bulunduğumuz faaliyetin durumunu, Avrupa’da sınıf mücadelesi ve göçmenlerin bundaki etkisi gibi bir dizi konu başlığını da konuşmuştuk. Sağolsun, her bir gözlem ve deneyimini olayları anlatarak değil, onların içinde saklı olan anlamları da açıklayarak tane tane anlattı. Açıkçası karışık olan kafamı kendi deneyimleriyle netleştirdiğini söyleyebilirim. Sonra cebinden bir USB bellek çıkarttı. “Bunları kopyalayıp inceleyebilirsin. Bir çok sol klasik aslında Almanca’dan ve Fransızca’dan çevrilmiştir, bunu zaten biliyorsun. Çevrilmeyen bir o kadar da makale ve kitap var” dedi. Ne kaydettiğime bakmaksızın kopyaladım. Ertesi günü onun o sıcak ve sıkı kucaklaşmasıyla vedalaştık. Eve geri döndüğümde verdiği verilere göz atmak istedim. Neler yoktu ki? Stalin’i karalamak için yazılmış yalanlara cevaplar, Arap yarımadasındaki halk mücadeleleri üzerine makaleler, bilinen ve bilinmeyen devrimci marşlar ve Partizan türküleri, çok eski Partizan ozanlarının besteleri ve bunların dijital kayıtları, bir kısım tercümesi yarım kalmış makaleler…vb.
Bir çoğunun sınıf mücadelesini ancak Türkiye’de olup biten bir olayla hissettiği yerde, iradenin bir nevi kendisi olmuş, sınıf mücadelesini kendisinde somutlamıştı. Tüm yıl bekleyip takvimsel günlerde birşeyler yapmaktansa kendisi kendi gündemini belirlemiş, kendisini geliştirmeye ve bu gelişimi örgütlülüğüne de taşımaya yoğunlaşmıştı. En son bir 18 Mayıs anmasında karşılaştık. Avrupa merkezi 18 Mayıs anması, bir yıl merkezi bir yıl yerellerde yapılıyordu ve Yetiş hiçbirini kaçırmıyordu. Ne sanatçı olarak arkada kuliste duruyor, ne de belli başlı kişilerle konuşup diğerlerini es geçiyordu. Zannedersiniz ki salondaki binleri kucaklayacak! Konular çeşitliydi; kimisiyle Türkiye’de artan baskı ortamının yanı sıra aydınlanmaya açık bir kuşak yetiştiğini, kimisiyle kadro politikasının örgütlenmedeki önemini, kimisiyle Fransa’da o sırada yaygın olan getto çatışmalarını, kimisiyle de sanatçılığı. Ancak tek güzel olan şey aslında hepsinin o dönem örgüt gündemi olmasıydı. Hal-hatır sorma faslından hemen sonra aslında bir bilgi paylaşımı ve öneriler üretme, var olanı büyütme, büyüyeni geliştirme çabasıydı. Ve ne hikmetse konu ister güzel olsun, isterse de konuşulan en kızdırıcı veya üzücü şey olsun yüzünden gitmeyen gülümseme. Aradan çok geçmeden kendisinin Türkiye’ye gittiğini duydum. Sonra Dersim Bölge Komutanlığı Kültür Sanat Komitesi imzası taşıyan bir video izledik. İzlerken herkes onun Yetiş yoldaş olduğunu biliyordu. Bazısının düşündüğü bazısının düşünmediği şey ise sınırlarını her defasında yıkan bir insanın kendi deryasının sınırına geldiği, kendi dağının zirvesine çıktığıydı. En sonunda her defasında “acaba ordakiler şimdi nasıl?” diye sorduğu gerilladaydı. Kendisi gibi bu hayatın içinden çıkıp gelmiş, kimisi öncesinde büyümüş, kimisi bizzat orada büyümüş nice yoldaşla birlikte.
Üzerinden 3 yıl geçmeden ölüm haberi geldi. O ünlü şiirinde dediği gibi “Kimine göre kötüdür ölüm, kimine göre ölümü güzelleştirir ölen!”, o aslında lanetli bir yaşamı yatağında noktalandırmak yerine onurlu bir yaşamın parçası olmaya ve orada da aklı-selim önerileri hayatın kendisi yapmaya gitmişti. Diğer 11 yoldaşla birlikte dünyanın en güzel karesini paylaşmıştı. Binlere saz çalmak bireyler için güzeldir, peki yanında keleş dağlara saz çalmak? Nice tarihi barındıran, her bomba yarasını bir fidanla kapatmış dağlarda….
Anmasında kendisinin yoldaşlarına yazdığı bir mektubu paylaşıldı. Daha düne kadar farklı tartışmalarda “Acaba Dersim ne diyecek?” diye sorulurken, haberleri gazetelerde basılmazken, adları var ettikleri değerleri düşürmede kullanılmak istenirken yani anlayacağınız bin türlü olumsuzluğun içinde, iradesizliği savunanlara karşın ortaya irade koyan nice yoldaşının sanal ortamlardan ve popüler laflardan uzak acını hissettiği bir zamanda 2 ay evvelinden denilenlerin reddedildiği, gırtlağa kadar taşıp çırığından çıkmış tartışmalar içinde; o tartışmaların yarına ertelendiği bir günde bir yoldaşı; kendilerine iletilen mektubu okudu.
Kırın-gerillanın ve tabiatın diyalektiğinden, düşmanla savaşın tam sürat devam ettiğinden, birçok eylemlerinin basına yansımamasından ancak bunun onları daha da azimli kılmaktan geri tutmamasından, önderlikten ve önderliğe irade ile katılarak herkesin halk savaşına katkı sunmak için bir şey yapabileceğinden bahseden mektubu. Bir sürece cevap veren rahat 1 yıl öncesine ait olabilecek bir mektuptu bu. Tabiiki kızıl posta servisinin gecikmesini kendisi bile not olarak düşmüştü ve bu koşullardan kaynaklı yazışmaların geciktiğini.
Yanında düşenlere baktım; kadın-erkek, genç-yaşlı. Aslında düşen kimdi? İçlerindekilerin bir kısmı Sefagül, Derya ve Fatma’nın şehit düştüğü göçükten sonra katılmıştı. Bir kısmının yasal hiçbir sıkıntısı yokken katılmıştı. Gene bir kısmı devrimcileşmek ve devrimci kalmak için katılmıştı. Ve hepsi kendilerinden önce düşenlerin ölümsüzlüğe yürüyüşünü bir çağrı olarak görüp katılmıştı. Bu sadece bir mevkiye veya konuma katılım değil, bir iradeye katılımdı. Halk savaşının her bir başlığından olanların düşüşüydü bu, kendinden öncekilere bir selamlama, kendinden sonrakilere bir çağrı.
Şimdi bıraktığın her yerdeki her mevzi, sadece sen değil, diğer yoldaşların da bizlere bıraktığı bu iradeye sahip çıkarak onun türküsünü dağlara okumak bize düşer. Mevki düşkünlüğünün doğduğu yerde bu lanetli yaşamlardan vaz geçmek, dayatmaların yapılmaya kalkışıldığı yerde “koşulların içinde koşulları aşmak”, statükonun korunmak için yenilik adına ezberlerin okunduğu yerde gerçeği haykırmak ve Aliboğazı’nda bıraktığınız kızıl bayrağı bu ülke semalarına çekmek kalır bize. Ben, bendeki seni anlattım. Umarım devamında anlatanlarda anına sadık kalarak anlatır.
Bir Partizan