Egemenlerin korkulu rüyasıdır, kitlelerin sokağa çıkarak, sokakta bütünleşmesi ve bir güç olarak egemenlerin zulmüne, sömürüsüne karşı koyması. Bundandır şiddetle, bakıyla, korkuyla; sokakları, meydanları yasaklaması ve kitleleri sokaklardan meydanlardan/alanlardan uzaklaştırarak, evin, okulun işyerlerinin ve bir bütün yaşam alanlarının dört duvarları arasına hapsetmesi.
Çünkü egemenler bilmektedir; sokaklarda, meydanlarda yan yana gelen, kol kola, omuz omuza birbirlerine kenetlenip bütün çığlıkların birleştiği okyanusun muazzam hareketiyle kitlelerin önünde hiçbir engelin duramayacağını. Ve bilmektedir saltanatlarını yerle yeksan edecek kitledeki öfkenin hiddetini, yakıcılığını. Yine yıkımın kudretine sahip olan kitlelerin yeninin ve yeniden inşanın mimarı olacağını…
Kitlelerin sokağa çıkmaları aynı zamanda onların “örgütlendiklerinin” de göstergesidir. Egemenler kitlelerin örgütlenmelerinden duyduğu o büyük korkuyla azgınca saldırmakta sokakları, direniş alanlarını yasaklayarak kitleleri sokaklardan uzaklaştırmakta. Aynı zamanda onların örgütlenmelerinin de önüne geçmek istemekte.
Bugün ülkenin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri kriz; egemenlerin ciddi bir yönetememe haliyle birlikte kitlelerde ciddi bir memnuniyetsizlik yaratmakta. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın arttığı bununla birlikte işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik gasplar, KHK’larla on binlerce emekçinin açığa alınıp, işinden edilmesi, emeğe ve yaşam alanlarına yönelik artan saldırılar kitlelerin sisteme karşı tepkilerinin büyümesini getirmekte.
Gezi İsyanı ve Kobane Serhildanı’nı ağızlarından düşürmeyen egemenler bugün tamda bundan kaynaklı yeni serhildanların, isyanların önüne geçebilmek için kitlelerin örgütlülüklerini dağıtmak, tepkilerini bastırmak sindirmek adına faşizan saldırılara başvurmakta. Fabrikalarda, kampüslerde, kamu alanlarında vb. kendini gösteren parça parça grev ve eylemliklerin birleşerek sokaklara taşmasından korkmakta. Bunun için ideolojik, politik askeri her türlü şiddet aygıtlarını devreye koymakta. Bu şiddet aygıtlarının bazen biri, bazen ise diğeri daha fazla ön plana çıksa da özünde hepsi iç içe geçerek birbirini tamamlamakta. Şuan ise OHAL adı altında bu saldırıların ivmesi daha da arttırılarak uygulanmakta. En ufak muhalif sese, bu seslerin bir araya gelip sokaklara taşmasına izin vermeyen egemenler kolluk güçleriyle sokakları tutup, kitleleri terörize etmekte. Estirilen devlet terörüne rağmen sokaklara çıkan; egemenlerin kirli politika ve uygulamalarına karşı tepki gösteren, düzenin çürümüşlüğünü teşhir eden devrimci demokrat ve tüm muhalif kesimlerin karşısına diktiği kolluk güçleri, yerel sopalı paramiliter güçleriyle haklı, meşru kanla ve şiddetle bastırmaya çalışmakta. Açılan soruşturmalarla gözaltı ve tutuklamalarla yıldırarak, yapılan katliamlarla kitleleri susturmaya, seslerini kısmaya çalışmakta.
Yine egemenler ırkçı, faşist, tekçi, şoven söylem ve politikalarla toplumu ayrıştırıp, parçalayarak cinsel, ulusal, sınıfsal , inançsal ve kültürler üzerinden nefret söylemleriyle toplumu bir bütün kutuplaştırmakta. Kitleleri karşı karşıya getirerek uyguladığı baskı ve şiddeti meşrulaştırmakta. Bu saldırıların kitleler tarafından kanıksanmasını, olağanlaşmasını sağlamakta. Böylece kitleleri de bu saldırıların bir parçası haline getirmekte. Kanıksama duyarsızlaşmayı, tepki vermemeyi doğurmakta. Tepkisizlik ise zulme ortak olmayı, acılara seyirci kalmayı getirmektedir. Toplum duyarsızlaştırıldığı oranda bireycileştirilip kendi kabuğuna çekilen bir yapıya kavuşturularak örgütlenmenin önüne geçilmesi hedeflenmekte.
Tam da bunun için bireyci bencil anlayışlar yüceltilirken kitlelerin örgütlü mücadelelerinin anlamsız ve yersiz bir anlam ifade ettiği vurgulanarak, devletin “güçlü” olduğunun propagandası yapılmakta, kitleler arasına güvensizlik tohumları ekilmekte. Egemenlerin en büyük korkusunun kitlelerin örgütlü güçlü olduğunu söylemiştik, özellikle de sistemin sınıflarını zorlayan, sisteme yönelen, silahlı meşru örgütlülükler. Bunun için kitlelerin öncüsüyle buluşması engellenmek istenmekte. Egemenler cephesinde biliniyor ki, kitlelerin kendiliğinden hareketi kendisi için harekete dönüştüğünde sonları da gelmiş demektir.
Yeter ki bizler bu mücadelede emeğimize, bilincimize, örgütlü gücümüze yönelik tüm bu saldırılara karşı boyun eğmeyelim. Karşı koyup sebatla mücadele edelim. Kendi gücümüze güvenerek hareket edip daha fazla örgütlenerek, direnmeyi, kavgayı büyütmeyi bir görev ve zorunluluk olarak görelim. Bilincimizi sakatlamaya çalışan, bizi devrimci değer ve ilkelerden uzaklaştıran her türlü hastalıklı anlayış ve düşüncelerden kendimizi kurtaralım. Kavganın haklılığına, onurlu, özgür, umutlu yarınlara olan inançla geçmişte ve anda yaratılan değerlere sarılalım. O zaman göreceğiz ki, sokaklarda, meydanlarda, alanlarda yükselen sesin olması gerektiği gibi bizim sesimiz olduğunu.
Coşkun akan bir ırmağın önüne bentler örülüp akışı durdurulmak istense de, akan su bentleri de yıkar aşar, kendi yolunu bulur. Şuan için baskı şiddet sarmalıyla kitlelerde, görünürde bir durağanlık yaratılmış olunsa da, egemenlerin tüm çabaları nafiledir. Çünkü coşkun akan nehrin önünde bentlerin duramayacağı gibi kitlelerin önünde de hiçbir güç duramayacaktır. Biriken öfke patlayarak örgütlü bir güç olarak sokaklara taştığında önüne çıkan her şeyi yıkıp geçecektir. Tarih bunun kanıtıdır. Sınıf mücadelesinin tarihi bu gerçekliğin örnekleriyle doludur.
Kuşkusuz yılgınlar, umutsuzlar da çıkacaktır. Dövüşmek yerine dışarıda durup “laf ebeliği” yaparak kitlelerin bilincini bulandıran, zehirleyen, egemenlerin değirmenine su taşıyanlar da çıkacaktır. Egemenlerin gücüne boyun eğip, sistemin bakiliğini vaaz edenler reformizmi, pasifizmi kutsayarak, kitleleri zafere götürmek yerine sistem içine hapsederek hedefinden ve mücadeleden uzaklaştırmaya çalışanlar da çıkacaktır elbet. Ama tüm bu çabalar nafile. Onlara: “Sen sus artık, bundan sonrasını dövüşen anlatsın” diyoruz. Çünkü kavga dövüşenlerin elinde zaferle taçlanacaktır!