Sömürü ve talan düzeni olan kapitalizmin aşırı kar hırsından doğan üretim fazlalığı, onun yapısal krizlerinin de kaynağını oluşturuyor. Yani kapitalizmin uzlaşmaz olan sonunu da getirecek olan esas çelişkisi, kendi içindeki sermayeye dayalı üretim, bölüşüm ve yeniden üretim sistemindeki dengesiz, plansız ve anarşik yapısındadır. Kapitalist sistemin kendisi tüm bu çatışmaları besleyip büyütürken aynı zamanda o çatışmalarını aşma çabasıyla girdiği ekonomik bunalımlarla her daim daha da derinleştirmekte, yapısal bir hal almasını sağlamakta. Kapitalizmin tarihi boyunca yaşadığı birbirini takip eden onlarca krizi de bunu ispatlamakta. Hatta bu krizlerin araları her geçen gün daha da kısaldığı gibi, gelinen aşamada var olan krizlerini aşmadan yenileri patlak vermekte.
Bugün kapitalist emperyalist sistemi çöküşe götüren böylesi çoklu kriz sarmalı içinde bulunuyoruz. Bu sarmalı anlayabilmek için kapitalizmin emperyalizm evresine girdikten sonraki temel politikalarına göz atmak yerinde olacaktır.
Diyebiliriz ki kapitalizmin emperyalist aşamasının en büyük bunalımı olan 1929-33 krizi kapitalist emperyalist sistemin ekonomik zincirlerinin tüm halkalarını sararken 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı da getirmişti. Bu dönemde sosyalizm korkusuyla devreye sokulan “sosyal devlet’’ politikaları olarakta adlandırılan Keynesyen politikaları işçi sınıfı ve emekçi halkın bir dizi sosyal haklarını tanırken, eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi görevlerin giderleri devlet üstleniyordu. Kapitalizmin “altın yılları’’ sayılabilecek görece istikrarının bulunduğu 30 yılın ardından 1973 Petrol Krizi’yle patlak veren büyük bir bunalımla kapitalist-emperyalist sistem yeniden sarsılmıştı. Emperyalizm, bu yeni krizini aşabilmek için ise Keynesyenci “sosyal devlet’’ politikalarını tasfiye edip, işçi ve emekçilerin tüm kazanımlarını gasp edip, örgütsüzlüğün, güvencesizliğin dayatıldığı, esnek, taşeron, enformel çalışma sistemi ve “devletin küçülmesi’’ söylemleriyle kamuya ait tüm kurum ve işletmelerin özelleştirilmesi politikası devreye sokuldu. Sendikalar etkisizleştirildi, ücretler düşürüldü, sermayeden alınan vergiler azaltılırken sosyal harcamalar kısıldı, sosyal haklar gasp edilip, tasfiye edildi. Sağlıktan eğitime, sosyal güvenliğe, belediye hizmetlerine metalaştırılmayan hiç birşey kalmadı. Uluslararası üretim ve bölüşümün yeniden örgütlenmesi çerçevesinde devreye sokulan emperyalizmin neoliberal politikalarıyla uluslararası tekellerin büyümesi ve serbest dolaşımın önündeki engeller kaldırıldı. Emperyalizme bağımlı ucuz işgücü cenneti olan yarı sömürge, yarı feodal Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin zenginlikleri talan edilip karlı devlet ve sanayi kuruluşları, yatırım dalları vs. emperyalist tekellerce özelleştirme bahanesiyle yağmalandı. Daha fazla sömürü ve kar için üretimin çevreye, doğaya zararlı, ucuz teknoloji gerektiren, emek yoğunluklu bölümleri ‘’çevre’’ diye tanımlanan bağımlı, yarı sömürgelere kaydırıldı.
Kısaca, uluslararası mali sermaye dünya çapında; sanayiden tarıma, ticarete, bankacılığa… eşine rastlanmamış bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye büyük bir sömürü ve talan gerçekleştirirken aynı oranda da açlığın, yoksulluğun, işsizliğinde büyümesini sağladı.
Ancak bu sisteminde sonuna gelindi.Sınırsız sömürü, talan ve kar hırsı yine kendi yıkımını kaçınılmaz hale getirdi.Sistem sadece 1980 sonrası irili ufaklı 10 kadar kriz yaşasa da ‘’yüzyılın krizi’’ olarak tanımlanan en kapsamlı krizini 2008’de yaşadı. Merkez üssü ABD olan 2008 krizi emperyalist ülkelerle birlikte tüm yerküreyi de sardı. Köklü bir çok şirket, banka vb. ya iflas etti ya da devlet tarafından satın alınarak (devletleştirilerek) kurtarıldı. Konut kredi balonunun patlamasıyla’’büyük bir finansal kriz’’ olarak başlayan kriz büyük yatırım bankaları iflas edip, mali sistem çöktüğünde sanayiyi, ticareti, büyük tekelleri, borsayı da içine alarak büyümüştü. Bu durumu: ‘’çok derin bir ekonomik krize dönüştü’’ diye tanımlayan Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick o dönem bu tabloyu ‘’Şimdi büyük bir işsizlik krizine doğru gidiyor. Eğer önlemleri almazsak, çok önemli siyasi etkileri olan, ciddi bir insani ve sosyal kriz haline gelmesi riski bulunuyor’’ diye uyarıyordu emperyalist efendilerini.
Çöküş, emperyalist devletlerin peşpeşe açıkladıklarını kurtarma paketleriyle merkez bankalarının yıllardır sürdürdüğü düşük faiz silahıyla geçici olarak ertelenmişte olsa 9 yıldır hala krizden çıkılabilmiş değil. Üstelik varolan krize yeni kriz beklentileride eklenmiş durumda ve gelinen aşamada sistemde ki düşük büyüme, gelir dağılımındaki aşırı dengesizlik, artan işsizlik, yoksulluk, aşırı borçlanma ve derinleşen çevre ve doğa tahribatlarıyla hızla çöküşe doğru ilerliyor. Artan işsizlik, açlık ve yoksulluk arz talep dengesizliğiyle birlikte kapitalist emperyalist sistemin sanayi kar oranlarını da düşürmekte sanayi kar oranları gerileyen büyük sermaye, bu karlılığı finans piyasalarındaki spekülatif rant kazanç yoluyla aşmaya çalışmakta. Uluslararası Mutabakatlar Bankası (IBS)’ da merkez bankalarının piyasaya bastıkları paranın üretime değil, mali piyasalarda spekülatif yatırımlara gittiğini belirtmekte. Finans kapitalizm yatırım önceliğini spekülatif finans ürünlerine vermesi ise bir taraftan işsizliğin ve yoksulluğun yaygınlaşmasını, ‘’küresel’’ bir hal almasını gelir dağılımının bozularak eşitsiz bir şekilde derinleşmesini getirirken, kısır bir döngü içinde işsizliğe ve düşürülen ücretlere paralel talep sınırlılığını getirmesi beraberinde sabit sermaye yatırımlarında durağanlığı, ekonomik üretkenliğin gerilemesini, ekonomik durgunluğu ve büyümemeyi de getirmekte. Yine diğer taraftan ise spekülatif sermaye ile şişirilen, patlamaya hazır borç balonları oluşturulmakta.İktisatçılar, emperyalist sistemi çöküşe doğru sürükleyen kapıdaki en büyük tehlikenin de artan işsizlik, yoksulluk,enflasyon ve düşük büyüme oranlarıyla birlikte büyüyen ve patlaması kaçınılmaz olan bu borç balonlarının olduğunu belirtiyorlar. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) dünya genelinde ‘’küresel borç seviyesi’’nin ‘’gelişmekte olan ülkelerin ‘’ yaptıkları 3 trilyon dolar borçlanmanın etkisiyle 217 trilyon dolara ulaştığını ve bu rakamında 2017 yılı ilk çeyrek sonu itibari ile borç stokunun dünya yıllık GSYH’sının yüzde 327’sine ulaştığını belirtiyor, tehlikeye dikkat çekmek için. Bu borçtan en büyük borç geri ödemelerini ise Çin, Kanada, Rusya, G.Kore ve Türkiye’nin yapması gerekiyor.
Dünya ekonomisinde olağanüstü büyüklüğe ulaşan borç balonlarının geldiği aşama özellikle de finans sistemi üzerinden patlak verecek yeni mali krizlerinde haberciliğini yapmakta. Var olan krizler aşılmadan birbirini tetikleyerek gelen yeni krizler de hızla çöküşe koşan kapitalist-emperyalist sistemin sonunu haber vermekte. Artan ve aşılamayan krizlerin sistemin artık tıkandığını, krizden çöküş ve iflasa geçtiğini göstermekte.
Kuşkusuz emperyalist gerici sistemin sahibi egemen sınıflar var olan bu sömürü düzenini kurtarmanın, koruyup sürdürmenin arayışı içindeler. Çöküşün önüne geçebilmek için çareler, yeni yeni formüller aramaya çalışıyorlar. Öyle ki; sistemlerini korumak için devletler bir taraftan daha fazla güvenlikçi politikalara sarılırken, diğer taraftan da ırkçılığı ve faşizmi körüklemekteler. Sistemin tıkandığının ve bu şekilde gitmeyeceğinin farkında oldukları için kendi aralarında artık neoliberalizmin sonunun geldiği, neoliberal politikalarından vazgeçip, korumacı devlet politikalarına dönülmesi gerektiği tartışmalarından tutalım da- bu tartışma çerçevesinde emperyalist ülkelerde bölünmüş durumda- düşük büyümeyi, üretkenliği arttırmayı hedefleyen ‘’dördüncü sanayi devrimi’’ de denen ‘’robotik üretim’’ ve teknolojik gelişimin arttırılması tartışmalarına kadar bir dizi arayışlar sürdürülürken; bir taraftan da emperyalist sistemin çelişki ve çözülme noktaları, emperyalist devletler arasındaki siyasi, ekonomik, askeri çıkar ve çatışmalar keskinleşmekte, daha fazla gün yüzüne çıkmakta. Emperyalist sistemi ayakta tutmakta etkin rol oynayan Avrupa Birliği, Nato gibi oluşumları kendi içindeki çelişki ve çatışmalarla daha fazla çatırdamakta. Emperyalist bloklaşmalar keskinleşirken, zengin enerji rezervlerinin bulunduğu başta Ortadoğu olmak üzere Akdeniz’den Asya Pasifik’e, K. Afrika’ya uzanan bir çatışma ve yeniden paylaşım kavgaları şiddetlenmekte. Buralar üzerinde yürütülen vekalet savaşlarıyla bölgenin çelişkileri kaşınıp, ülkeler, grup ve taraflar karşılıklı silahlandırılırken aynı zamanda yeni bir emperyalist paylaşım savaşının da taşları adım adım örülmekte.
Türkiye ise konumu itibari ile bu çelişkilerin, yaşanacak dağılma ve çöküşün tam da merkezinde duran ülkelerden. Hem jeopolitik konumu, bölge güçleri ve emperyalist güçlerle çelişen çıkar ve istekleri boyutuyla hem de içinde bulunduğu siyasi, ekonomik kriz boyutuyla patlamaya hazır bir bombanın üzerinde oturuyor. Öyle ki bir tarafta büyüme yerine sürekli daralan, emperyalizme bağımlı ekonomisi, artan işsizlik, enflasyon ve borç batağındaki açmazlarıyla, diğer tarafta dış politikada yaşadığı tıkanıklık ve sürekli sorun üreten, saldırgan tutumuyla, ülkede ki siyasal islamı kurumsallaştıran, ırkçılığı ve faşizmi açık hale getiren politikaları ve bölgedeki cihadist gruplarla kurduğu ilişki, destek vb. ile ülkeyi de açık hedef haline getiren tutumuyla bölge denkleminin dışında kalamayacağı gibi, bölgede pay kapma, oyun kurucu olma hedef ve istekleriyle attığı adımlardan, geliştirdiği girişimlerden eli boş da dönse bölgede ki yangının dışında kalma olasılığı yok. Hatta en önce savaşacak ülkelerden birisi Türkiye olacaktır.
Tam da burada sınıfın öncülerine, sınıf bilinçli proleterlerine düşen görev ve sorumlulukla birlikte proletarya partisinin içinde bulunduğu durum karşımıza çıkmakta. Proletarya Partisi bu süreçte kendi sorunlarında mı boğulacak, yoksa biran önce silkinip tarihi misyonuna uygun olarak sınıf mücadelesindeki yerini mi geliştirecek?
Şunu biliyoruz ki nesnel durumu ve çelişkileri doğru okuyup ona göre konumlanmayanlar sınıfa, kitlelere öncülük etmek bir yana kitlelerin gerisinde kaldığı gibi, tarih sahnesinden de silineceklerdir. Ülkedeki ve bölgedeki egemenlerin tıkanıklığını görüp, emperyalistler arasındaki ve yerli işbirlikçileri arasındaki çelişkileri, savaş ve çatışmaları sınıf mücadelesini büyüten iç savaşa çevirerek devrime kanalize edemeyen bir KP; gök kubbenin altındaki kaosu ezilen sınıf ve halklar için fırsata çeviremediğinde, tarih önünde hesap vermekten kurtulamayacağı gibi yıkılan ve çöken sistemin enkazının altında kalmaktan da kurtulamayabilir.
O halde bizi bekleyen görev bellidir!